Doç. Dr. Erhan Çapraz

Fenn-i hikmette şâgird-i kemîn olasınız!

Efendim, sözlerime 24 Kasım Öğretmenler Gününüzü kutlayarak başlamak istiyorum.

‘Öğretmek’ fiilinden türeyen “öğretmen” kelimesinin aslında ilginç bir tarafı mevcuttur. Zira sözlüğümüz Kubbealtı’nın aktardığı malumata göre (< öğret-men) Türkçe’de fiilden isim yapan işlek bir –men ekinin bulunmadığı belirtilerek kelimenin yanlış türetildiği ileri sürülmüştür. Kelimenin ‘yeni’ kazandığı İlim, sanat veya teknik dallarında bildiğini öğretmeyi meslek edinmiş kimse, muallim, muallime” suretindeki mânâya baktığımızda ise esasında kelimenin ‘muallim’ ve ‘muallime’ suretlerinde Ar. ‘ilm “bilmek, anlamak, öğrenmek”ten ta‘lіm köküne dayandığı görülür. Dolayısıyla ‘muallim’ veya ‘muallime’ kelimeleri yerine ‘türedi’ ‘öğretmen’ kelimesinin ikame edildiği görülmektedir.

Peki, neden?

Elbette, ilim ve irfanın hakîkî ve gerçek sahibi Cenab-ı Hak ile irtibatı kesip tamamen pozitivist bir alan açmak için. Halbuki Ziya Paşa’nın dile getirdiği üzere Hak mektebine müdavim olanların zatına muallim doğrudan Allah’tır (C.C.):

“Bir mektebe oldu kim müdâvim

Allâh idi zâtına muallim”

Lisanımızda bir de ‘muallim-i evvel’ (=ilk hoca) tabiri vardır ki bu terkib de Aristo’ya unvan olmuştur. Halbuki hakikat alanında bu unvanın yegane sahibi  Hz. Muhammed’dir (s.a.s). Çünkü bize bizzat kendisi, “Ben, ancak bir muallim olarak gönderildim” (İbn-i Mâce, Mukaddim 17) buyurmaktadır. O halde ilk muallimliğin elbette beşerî surette O’ndan (s.a.s) başkasına teşmili asla mümkün değildir!

Bu bağlamda ilk tedrisat mektepleri olarak “Dârü’l-kurra” ve “Dârü’l-hadis”ten mülhem “Dârü’l-muallimin” ve “Dârü’l-muallimat” olması da tesadüfi değildir. İşte ancak böyle bir muallime (s.a.s) bağlı bir muallimhanede hak ve hakikat zuhur eder. Bakınız Vecîhî Efendi de bu hususta bize ne söylüyor:

“Fen-i hikmette Eflâtun-matlab olma bîhûde

Muallimhâne-i fazlında şâgird-i kemînin gör

Peki biz ne yaptık?

Önce, ‘muallim’ ve ‘muallime’yi kaldırdık; sonra da kurumlarını.

Neyi kaybettik?

Vecîhî Efendi’nin dile getirdiği üzere, ‘fazl’ı.

Fazl, “Âlîcenaplık ve cömertlik, iyilik, lutuf, kerem” demektir. Bir kimsede bulunan şahsî kıymet ve meziyetlerin tamamıdır. Hatta, bize O’nun (C.C.) fazlı ile “fazla fazla” -‘fazla’ kelimesi de ‘fazl’dan gelir- verilen kelimelerin esasını da bu “fazl” kelimesi teşkil eder. Yani Süleyman Çelebi hazretlerininFazlın ile cümlemize rahmet et suretinde tecelli eden niyazı, “fazl”ın Hak ve hakikatını bize tamamıyla aşikar kılar.

Rabbimiz Nahl suresinin 16. âyetinde bakınız bize ne buyuruyor:

“Allah, sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”

Demek ki şimdi şükür ve niyaz zamanı…

Efendim, fenn-i hikmette şâgird-i kemîn olasınız!

Elbette, O’nun (C.C.) fazlı ile…

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu