Ahşap salonun tam ortasında, belki de 150 yıldır hiç kıpırdamadan duran el dokuması, kök boyalı bir halı vardı.
Pamuk beyazı halının kenarları kıpkırmızı bir kuşak ile sarılıymış eskiden.
Nice neşeye, kedere, umuda ve belki de hasrete şahitlik eden bu kocaman salon halısı, zamanla yıpranmaya, yaşlanmaya, hani tel tel dökülür derler ya, tam olarak o hâlin sınırına demir atmış gibi ama yine de ilk günkü gibi dimdik serili durmaya devam etmiş orta yerde.
Kolay değil… Üzerinde ilk defa apalayan bebelerin, yıllar sonra yine üzerinde bembeyaz bir çarşafın altında yatan cansız bedenlerine şahit olmak…
Yıpratıcı elbette…
Bunca yılın getirdiklerine, götürdüklerine şahit olmak zor.
Bir koyunun sırtında dağ bayır dolaştığı günleri hatırlayamıyor bile artık.
Belki bir çıngırak sesi ya da bir kavalın mırıltısı derinlerde bir yerlerde kıvılcım çaktırabilir ona… O da yok ne yazık ki.
Bulunduğu salonun penceresi açılmayalı yıllar oldu. Salonun ahşap kapısının iç gıdıklayıcı gıcırtısı duyulmayalı da öyle.
Bazen bir mırıldanma duyar gibi oluyor sadece. Kapı altından gelen hafif bir rüzgar sesiyle birlikte.
Artık tamamını hatırlayamadığı bir türkünün melodisi eşliğinde.
Teker teker, sabırla atılan düğümlerine bağlanmış sevgiyi, sevgiliyi, hasreti, gönülleri getiriyor aklına bu yarım yamalak melodi.
Bir koyunun postundan, bir atın sırtında taşındığı güne kadar geçen zaman artık çok bulanık. Yine de ısrarla burnunu sızlatıyor o kendi gibi bembeyaz atın ekşimsi ter kokusu halâ. Kulaklarında o günden kalan davul ve zurna seslerinin yanında.
Kapalı penceresinden içeri giren güneş ışığı bile eskisi kadar aydınlık değil artık. Camların üzerindeki yıllanmış toz birikintisi, içerideki yalnızlığın ve loş aydınlığın işareti gibi zaten.
Şimdi tam olarak hatırlayamasa da, bir vakit önce genç bir çift uğramıştı yanına. On ya da on beş dakikalığına. Çok uzun yıllar sonra bir çocuk gezinmiş, sürünmüş, apalamıştı tam ortasında.
Atın sırtından indirilip, salonun ortasına yayıldığı gün domates kırmızısı olan kenar kuşaklarının, şimdilerde düğümleri meydana çıkmış, yer yer rengini kaybetmiş bir yerine, elindeki oyuncak arabayı park etmişti afacan.
Ateş almaya gelmiş gibi apar topar çıkarlarken kapıdan, afacanın oyuncak arabasını unutmuşlardı üzerinde.
Sırf bu yüzden çok sevinmişti emektar halı. Benim için olmasa bile şu plastik oyuncak araba için geri geleceklerdir diye.
Gelmediler.
Gelemediler…
Rengini kaybetmiş düğümlerine “ümit” bağlanmamış olsaydı eğer… Halı içinde beklemeye değer hiç bir şey kalmamıştı belki de.
Halı, kapı, pencere…
Şimdi bir de oyuncak araba var hatıraların soluk renkli kırmızısının içinde.
***
Diyarbakır’da dalından yeni koparılmış domatesler, kurutulmak için bembeyaz müşambaların üzerine serilmeye başlanmıştı. Haber yukarıda verilen resim ile desteklenmiş ve bir kamyonetin yükünü indirirkenki görüntüsü sanırım bir dron yardımı ile tam da üzerinden alınmıştı.
Haber okurken hep böyle yaparım. Eğer bir görsel ile desteklenmiş ise haber, metni okumadan önce iyice inceler, bana ne anlatmaya çalıştığını çözmek isterim önce.
Yine böyle yapmıştım. Zaten bir çocukluk alışkanlığım. Masmavi bir tuval üzerindeki o bembeyaz bulutları…
Evimizin girişindeki betona serpiştirilmiş ufak mozaik taşlarını nelere benzetmedim ki…
Bana göre görsel olan şeyler de tıpkı kelimeler gibi birden çok manaya gelebilir. Asıl manası herkesçe malûm olan olsa da, yan manaları bakanın zihninin derinliklerinde şekilden şekile kolayca girebilir.
Bence o oyuncak araba, hiç hak etmeseler de halı ile birlikte halâ umutla beklemeye devam ediyor.
Umarım bir gün büyüdüğünde… Köklerini, hatıralarını, ata yadigârlarını aramaya çıktığında… Plastik arabanın sahibi çocuk sadece kapıyı gıcırdatarak açmakla kalmayacak, salonun pencerelerini de sonuna kadar açıp, herşeye tekrar hayat katacak.
Sizce de öyle değil mi?
Kendini bazen tam da bir halı gibi hissedersin, sıcacık bir yazı yine..
Gönlünüze, kaleminize sağlık Uğur bey.