Rızâ Kazanı
-Nasreddîn Hoca Şerhi – 3-
-Ali Yiğit ağabeye ithâfen
bir Nasreddîn Hoca şerhi…-
*
Dünyâ hayâtındayken cenneti hakeden mü’minlerin rûh hâllerini en güzel ifâde eden mertebenin adıdır:
Rızâ…
Resûlullâh –sallallâhualeyhivesellem– efendimizin, dünyânın mü’minler ile kâfirler nazarındaki durumunu, teşbîh yoluyla şöyle beyân ettiğini bildirirler, hadîs-i şerîf râvîleri:
“Ed-dunyâ sicnu’l-mu’mini ve cennetu’l-kâfiri. (Dünyâ, mü’minin zindânı ve kâfirin cennetidir.)”…
Yânî, denilebilir ki, âhiret, kâfirin zindânı, mü’minin cennetidir…
Dünyâ zindânından rızâ tahsîl etmeye çalışan mü’minlerle, bu zindânı kendileri için cennete ve başkaları için de cehenneme çevirmeye çalışan kâfirler âhiret meydânında hîç bir olabilirler mi..? Bir ömürlük dünyâ zindânında kendisine verilenlere râzı olanlarla, rızâ göstermeyip isyân edenler mahşer mîzânında hîç bir tutulabilirler mi..?
Elbette hayır…
Beyyine Sûresi’nde, kâfirler ve müşrikler mahlûkâtın en kötüleri olarak nitelenmekte, onların ebediyyen âteşli cehennem zindanlarına mahkûm olacakları bildirilmekte; öte yandan, mahlûkâtın en iyileri olarak vasıflandırılan mü’minlerin ve sâlihlerin ise ebediyyen güzel cennet bahçelerinde kalacakları beyân edilmektedir… Aynı sûrenin sonunda ise, mü’minler ve sâlihlerden şöyle bahsedilmektedir:
“Razıyallâhu ‘anhum ve razû ‘anh. (Allâh onlardan râzı olmuştur, onlar da Allâh’tan râzı olmuşlardır.)” (Beyyine / 8)…
Ve bu güzel kullara dünyâ hayâtının sonunda şöyle denilecektir:
“İrci‘î ilâ-Rabbiki râzıyeten marzıyyeten fe’dhulî fî-‘ibâdî ve’dhulî cennetî. (Râzı olmuş –sen ondan râzı– ve râzı olunmuş –o senden râzı– olarak Rabb’ine dön; –böyle rızâ ehli– kullarımın arasına gir; gir cennetime.)” (Fecr / 28-30)…
Ne güzel… Ne mutlu onlara…
**
Rızâ îmândandır…
Geçici dünyâ hayâtı boyunca Allâh’tan kendisine takdîr ve taksîm edilene kâmilen rızâ gösteren mü’min, kalıcı âhiret hayâtında da ebediyyen râzı olacağı mükâfâta eriştirilir… Zîrâ, mü’min, Hakk katından kendisi için belirlenmiş olan takdîre ve taksîme de kâmilen îmân eden kimsedir… Ezcümle şunu söylemek mümkündür:
Rızâ îmândandır ve îmânın alâmetidir…
Buna mukâbil, Hakk’ın takdîrine ve taksîmine rızâsızlık hâli ise “isyan” sayılır… Bu rızâsızlığın arkasından, verilenleri görmezden gelme, inkâr etme ve “küfrân-ı ni‘met” gelir ki bu, küfürdür… Kezâ bu rızâsızlık, isyan ve küfrân-ı ni‘met durumu, “şirk” sayılır; çünkü, verilmeyenleri Hakk’tan bilen kul, verilenleri ise halktan –başka kullardan-, mahlûkattan –havadan, sudan, topraktan, güneşten– ya da kendisinden bilmeye başlayarak müşrik olur…
***
Söz rızâ-îmân alâkasına gelir de hikmetin latîf sözcüsü Nasreddîn Hoca’nın o meşhûr “kazan kıssası”nı anmadan olur mu… Geliniz, hep birlikte hâtırlayalım:
Hoca’ya bir gün kazan lâzım olur… Komşusuna varır, kazanını ödünç ister; komşusu da kazanını Hoca’ya ödünç verir…
Hoca, kazanın işi bitince içerisine bir tencere koyarak komşusuna geri götürür…
Kazanın içerisine şaşkın gözlerle bakan komşusunun “Hocam, kazanın içerisindeki tencere de nedir..?” sorusuna, “Komşu, senin kazan doğurdu…” cevâbını verir…
Komşusu sevinir, memnun ve mesrur bir hâlde kazanla tencereyi hocadan alır, evine koyar…
Bir zaman sonra Hoca’ya yine kazan lâzım olur… Yine aynı komşusuna varır ve kazanını ödünç ister… Komşusu da büyük bir memnûniyetle kazanını Hoca’ya ödünç verir…
Ancak bu sefer, aradan günler ve aylar geçmesine rağmen ödünç kazan geri gelmez olur… Bu sefer komşu, Hoca’nın kapısına varır, ödünç verdiği kazanını geri ister… Hoca da komşusuna “Komşu, sizlere ömür, senin kazan öldü…” der… Hoca’nın bu cevâbıyla şaşkına dönüp sinirlenen komşunun -biraz da isyan üslûbuyla- “Hocam, güldürme Allâh aşkına; hîç kazan ölür mü..?” îtirâzına karşılık Hoca’nın verdiği ders hikmet yüklüdür:
“Seni gidi nankör köftehor seni; kazanın doğurduğuna inandın da öldüğüne mi inanmıyorsun..?”…
****
Hikmetli her söz ve her şiir gibi her latîfe de şerhe muhtaçtır… Anladığını ve anladığı şeyin başkalarına da anlatılması gerektiğini düşünen herkes, “yânî” diyerek şerhe başlayabilir… Biz de bu edatla başlayalım şerhe…
Yânî…
֎ Veren Allâh, günü gelince de alır… Allâh’ın verdiğine rızâ gösterip şükretmeyen kulun, elinden geri alındığında isyân etmesi kadar nankörce ve de ahmakça bir hareket olabilir mi..?
֎ Cenâb-ı Hakk, kuluna bâzen küçük görünen bir şey ihsân eder… Eğer kul, Hakk’ın bu ihsânını küçük ve önemsiz görüp de bu ihsan karşısında şükrünü îfâ etmezse, elindeki büyük şey(ler)i yitirerek büyük mahrûmiyetlere dûçâr olabilir…
֎ Elinden alınanlar için isyân ederken, elinde kalanlara râzı olmayıp şükretmeyen kulların gafleti ne kadar büyüktür… Meselâ, Hoca’nın komşusu elinde –en azından– bir tencere kaldığı için şükretmiyor da kazanın gittiğine isyân ediyor… Onun bu hâli, gözlerine nankörlük perdesinin indirilmesine bir sebeptir…
֎ Komşu, kazanın doğuramayacağını zâten biliyordu, ama çıkarına öyle kârlı geldiği için öyle inanmış gibi göründü… Bu, tam bir riyâkârlık örneğidir… Zîrâ, riyâkâr insan, hakîkatı her hâl ve her şartta değil de işine geldiği zaman dile getirir; yânî, kârına ve çıkarına mâni olma ihtimâli varsa hakîkatın yüzüne menfaat ve sükût perdesini germekten çekinmez, Hakk’tan da utanmaz…
֎ Komşu, kendisini kazanın sâhibi zannediyordu; yânî, kendisini dünyâlık bir şeyin mâliki sanmanın bâtıl bir zandan ibâret olduğunun şuûrunda değildi… Ne olursa olsun ayık olmalıydı ki, ne hamam onundur, ne kazan onundur ve ne de tas onundur; hepsi dünyâda kalıcıdır… Ve ayık olmalıydı ki, onunla birlikte âhiret âlemine geçici olan yalnızca onun “şükrân-ı ni‘met” hâlleridir…
֎ Evlâdından eşyâsına ve emvâlinden emlâkine kadar, Hakk’ın kula her ihsânı, vakti geldiğinde ödenmesi gereken birer borç ve sâhibine geri verilmesi gereken birer emânet sayılır… Vakti gelince bunların geri alınabileceği husûsunda her kulun tam rızâ hâlinde ayık olması gerekir…
֎ Lütuf ve ihsan, kimi zaman –tencere misâli– kulun ayağına gider, kimi zaman da –kazan misâli– bir kulun elinden çıkıp başka bir kulun eline geçer… Kula düşen, dâimî hayret hâliyle bunu temâşâ etmektir…
֎ Hakîkatta, Hakk’ın her ihsânı büyüktür, mühimdir ve de elzemdir; zîrâ, küçük bir ihtiyâca büyük bir ihsan lâzım olmadığı gibi, böyle bir durum kişiye fazladan yük de getirir… Yânî, her ihsan kişinin üzerine, şükrünü îfâ etmesi gereken bir yük sayılır…
“Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus‘ahâ. (Allâh, bir kimseye ancak –onun– gücünün yeteceği kadar yük yükler.)” (Bakara / 286) âyeti beyân etmektedir ki, bir kimseye ancak kaldırabileceği, şükrünü îfâ edebileceği kadar yük yüklenir; bundan daha fazlasını isteyen kimse ise, ancak cehâletini göstermiş olur… Zîrâ, bilmediğini istemesi ve bilmediği yüke tâlip olması âdemoğlunun fıtratında olan ezelî bir hastalıktır ki “İnnehû kâne zalûmen cehûlâ. (Doğrusu o –insan-, çok zâlim ve çok câhildir.)” (Ahzâb / 72) âyeti de buna işâret etmektedir…
*****
Sözün hitâmında Pîr Sultân Abdâl’a kulak verelim:
Güzel âşık cevrümüzi
Çekemezsün dimedüm mi
Bu bir rızâ lokmasıdur
Yiyemezsün dimedüm mi…
Hâsılı, rızâ lokması büyük, kulluk ise ağır bir yüktür…
Vesselâm…
Abdülkadir Dağlar