Hastalık – 2
Hastalık konusu ile ilgili, “Hastalık – 1” başlıklı yazımızda genel bir değerlendirme yapıp, başa gelen musîbetlerle ilgili, maddî ve mânevî hususlara işâretle insanların idrâkine arz etmiştik.
Kader ve sorumluluk anlayışı başımıza gelen her türlü müsbet ve menfi fiillerde sorumluluk anlayışı üzerinde insanın mutlaka düşünmesi gerekir.
Düşünmek!
Düşünmek, tefekkür etmek insanın en güzel şekilde yaratılmasının bir gereği olarak yapması gereken vazifesi ve vefâ borcudur.
Ey hasta! Sabret, “Vardır bunda da bir hikmet” de.
Ey hasta! Beterin beteri var. Cenâb-ı Hakk’a karşı şükretmeyi, hamdetmeyi, tevekkül ve teslimiyet içinde bulunmayı bir an olsun terketme.
Ey hasta! “Derdi veren derman da verir” de. Sağlığın için Allah’tan şifâ dile. Bak! Kuran Mektebinde İbrâhim -as-‘ın yaptığı ne güzel bir dua var. “Hastalandığımda bana şifâ veren O’dur.“ (Şuarâ, 80).
Ey insan! Her dert, her musîbet bir imtihandır. Nefsine uyarak, ye’se kapılarak, ümitsizliğe düşerek, kibir girdabına girerek veya neden benim başıma geldi diyerek kaybedenlerden olma. Çalış, dua et, kendine güven, küllerinden yeniden doğ.
Ne güzel bir töresöz: “Kader gayreti sever.”
Unutma! Kaderin sâhibi Allah’tır.
Duâ ve emek.
Emekle taçlanan, alınteriyle tezyîn edilen duâ, sâhibini selâmete erdirir. Duâ insanın umudu, geleceği, güvenli limanı ve müjdesidir. Duâ insanın zırhı ve korumasıdır.
Muhammed Ali’ye bir ropörtaj esnâsında program yapımcısı şöyle bir soru sorar:
“Koruman var mı?”
Bu soruya Amerikalı Müslüman boksör Muhammed Ali ibretâmiz bir cevap verir:
“Bir Korumam var, evet. Gözleri olmasa bile görebilen, kulakları olmasa bile duyabilen, hâfızası olmasa bile her şeyi hatırlayan! Bir şeyi yaratmak istediğinde ona sadece “ol” demesiyle oluverir. Ama bu söz dilin söylediği veya kulakların duyabileceği gibi bir söz değildir. O, en gizli düşünceleri bile duyandır. Tahmin et bu kimdir? O, Allah’tır. O benim korumamdır, O senin de korumandır.”
Allah’ın koruması altında olan insan dağlar üstüne gelse de endişe etmez. İnsanın önüne konan engeller aşmak için vardır, geri dönmek için ya da teslim olmak için değil.
Konumuz hastalık olduğu için söyleyelim; ölüm de hayatım bir parçasıdır. İlahi kelam Kur’an’da şöyle buyururulur:
“Her can ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döneceksiniz.” (Ankebût, 57).
Kader ânı gelmeden hiçbir şey vukû bulmaz. Bilmek lâzım, beklemek lâzım, hazır olmak lâzım.
İşte ibretlik bir söz:
“Eğer bir şey olmuyorsa vakti gelmediği içindir.” Umut etmek lâzım, çalışmak lâzım, azmetmek lâzım.
Sabır ne güzel şey!
Sabredersin derde derman gelir, sabredersin yaran kabuk bağlar, sabredersin muradın hâsıl olur.
Mevlânâ hazretleri ne güzel söylemiş:
“Allah her sıkıntının ardından o gönüle tecelli ve teselli ile gelir. Yeter ki seni evde bulsun.”
Hastalık karşısında imtihan olan insanda üç meleke gelişir:
Teslimiyet-Samimiyet-Mâsûmiyet.
Belâ ve musîbetle yüzleşen insan noksan yönünü ve acziyetini daha iyi anlar. Böyle durumlarda insan yeni doğmuş bebek gibi hem mâsum hem âciz hem de teslim hâlindedir.
Yaradana teslim halinde bulunmak; maddi ve mânevî imtihanı kazanmanın ilk şartıdır.
Hastalık ve ağır musibetlerle yüzleşen insanda “Gönül okumaları” başlar. İnsanın gönül gözü açılır. böyle olunca tefekkür kapısından daha rahat giriş – çıkış yapabilir. Kalbin işâreti önem kazanır, yaşamayı putlaştırmaz, toprak kokusunu her zamankinden daha çok almaya başlar. Uğruna mücâdele ettiği malın mülkün, şânın şöhretin sadece bir “araç” olduğunu muhâkeme etmeye başlar.
Gönül gözüyle bakabilen insan, insanları daha iyi tanır. Hakikat sırrını müşâhede eder. Nelerin geçer akçe olduğunu, nelerin beyhude bir uğraştan öte bir şey olmadığını daha daha iyi anlar.
Böylece insan;
Muhâkeme-Müşâhede-Mükâşefe safhasına geçmiş olur. Artık “ben” içindeki “ben”i hayatının merkezine koyar. Kibirin sâlih amelleri nasıl yok ettiğini daha iyi idrâk eder. Mezara gelmeyen sahte dünyalıklara ederi kadar değer verir. Hazret-i Muhammed -sav-’in “Allah hayır murad ettiği kuluna musibet verir.” buyruğunu daha iyi anlar. İnsan, “hiçlik makamı”nın sırlarını tanımaya başlamıştır artık.
Süleyman -as- sarayda yaşadı, rüzgâra -Allah’ın izniyle- hükmederdi.
Eyyûb -as-, toprak evde otururdu.
Cenâb-ı Allah, kulu ve elçisi Süleyman -as-’ı imtihan etti. Malını, saltanatını, kudretini bir anda aldı. Âyet-i Kerîme’de “Andolsun, biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üzerinde ölü bir ceset bıraktık. Sonra (tövbe edip) bize yöneldi.” (Sâd, 34). buyuruluyor.
Eyyûb -as-, çileli bir hastalıkla imtihan olundu. Her iki peygamber varlığa da, yokluğa da, başa gelen her musîbete tevekkül ve teslimiyet içerisinde rızâ gösterip tevbe ettiler.
Allah, her iki elçisi için; “…ni’me’l-abd…” – …Ne güzel kul…” (Sâd, 30, 44) diye buyuruyor.
Bu kıssalardan insan ibret almalı, ilâhî hitapların özelde bahse konu kimselere, genelde herkese şâmil olduğu gerçeği hatırdan uzak tutulmamalıdır.
Bu da geçer Yâ Hû!
Bu da geçer Yâ Hû, diyebilen dünya ve ötesini kazanmıştır.
Hüzünlenme, mağrûr olma
Nimet, külfet elbet geçer
Dünya fânî diyen gönül
Âb-ı hayat sırrı içer.
Mustafa Arslanoğlu