Ögenin Töreli Aklı yâhut Tersten Gelen Ders
-Nasreddîn Hoca Şerhi – 12-
–Erhan Çapraz kardeşime
bâkî muhabbetlerimle
ithâf olunur…–
*
Öge kimdir..?
Meselâ, Nasreddîn Hoca, kâmil bir Türk ögesidir…
Töre dilini derleyip aktaran Kâşgarlı Mahmûd’a göre, halkın akıl danışıp öğüt aldığı, yaşını başını almış, cemiyet içerisinde tecrübe ve ihtiyâr(lık) sâhibi, ağsakal (/aksakal) sıfatıyla töreyi gösteren kimselere “öge” denmektedir… Bu târihî anlamından anlaşılmaktadır ki, öge, ög sâhibi insandır…
Ög nedir..?
Yine Dîvânu Lugâti’t-Türk’e göre, Türkçe’de us kelimesi ile berâber akıl anlamında kullanılan bir başka kelime de, (ök>) “ög”dür… Us kelimesinin, “günlük yaşayışta iyiyi kötüden ve yararlıyı zararlıdan temyîz edip ayıran akıl” anlamına gelmesine karşılık, ög kelimesinin ise, “hâdiselerin perde arkasını, gelişin seyrinden gidişin âkıbetini, mukadder nihâyet ile ebedî dönüşü düşündüren, dâimâ töreyi öğreten, yaş ve yaşanmışlıklarla tecrübe elde etmiş olan akıl” anlamını karşıladığı söylenebilir… Ezcümle, ög “töreli akıl”dır, demek mümkündür…
Ög kelimesi, günümüzde “öğüt” –akıl vermek ve akılla davranmayı tavsiye etmek-, “övmek” (<öğmek) –akıllı tavır ve hareketleri medhetmek-, “öğretmek” –aklı kullanma yollarını göstermek-, “öksüz” –akıl ve öğüt vereni kalmayan, anasız-babasız– gibi kelimelerde yaşamaktadır…
Bir cemiyetin ögesi ölürse o cemiyet öksüz (/ögsüz) kalır; denilebilir ki “cemiyet aklı” yâhut “müşterek akıl”, ögelerde –yâni ağsakallarda– yaşar ve ögeleri vâsıtasıyla aktarılır… Bir cemiyet, ögeleri sayısınca akıllı ve tecrübeli ve ögeleri kadar da töreli kalır…
Daha bülûğa ermemiş çocuklar ile henüz rüşdüne erişmemiş gençler için “us”tan –usluluktan– bahsetmek mümkün ise de onlar için “ög”den bahsetmek münâsip olmaz… Zîrâ yukarıda söylendiği gibi, ög, yaş ve yaşantıyla tecrübe sâhibi olan kimselerin aklıdır…
**
Bahis akıldan açıldığına göre töreli tefekkür hayâtını şekillendiren bâzı akıl cinslerinden de söz edilmesi yerinde olacaktır…
Meselâ, “nühye”… Nühye, –tıpkı ög gibi– nihâyeti düşündüren, dâimâ nihâî dönüşü ihtâr ederek nehy-i ani’l-münker husûsunda îkazlarda bulunan akıldır ki –Kur’ân’ın ifâdesiyle– “ulü’n-nühâ”nın aklıdır…
Meselâ, “akl-ı ma‘âş”… Akl-ı ma‘âş da, –tıpkı us gibi– günlük geçimlik hayâtı idâme ettiren ve kişiyi sâdece maddî, bedenî ve beşerî ihtiyaçlarını karşılamaya yönelten akıldır… Akl-ı ma‘âş, Horatius’tan modern insâna mîras kalan “carpe diem” mottosuyla ânı yaşayıp ânı yaşatan, ezel-ebed dâiresinden şuursuz bir şekilde yaşayan kişiyi tüm mânevî mükellefiyetlerden gâfil ve uhrevî endîşelerden uzak tutan, sâdece “ân ile mukayyet” olan nefsânî ve hayvânî akıldır… Akl-ı ma‘âş, mahlûkâta sunulmuş “akl-ı cüz’î”nin insanda tezâhür eden temsîlî hâlidir…
Ve meselâ, “akl-ı ma‘âd”… Akl-ı ma‘âd ise, zaman ve mekân sınırlamalarının ötesinden küllî bir bakışla mahlûkâtın tümünü ve hâdiselerin bütününü aynı tek nazardan değerlendirip yorumlayabilen kalbî ve rûhî akıldır… Akl-ı ma‘âd, tüm akılların üzerindeki mutlak akıldan yâni “akl-ı küllî”den beslenme kâbiliyetiyle donanmış olan bir akıldır… Denilebilir ki, insâna bahşedilmiş akıl cevherinin alt tarafı akl-ı ma‘âş ise üst tarafı da akl-ı ma‘âddır, –âdetâ çift taraflı bir aynanın parlak tarafı gibi– akl-ı küllîden yansıtabildiği hakîkatları altındaki akl-ı ma‘âşa göstermeye çalışır…
Velhâsıl, insan havsalasında akl-ı cüz’înin tezâhürlerini us ve akl-ı ma‘âş şeklinde adlandırmak ne kadar mümkünse, akl-ı küllînin tezâhürlerini de ög, nühye ve akl-ı ma‘âd isimleriyle anmak o kadar mümkün sayılır…
Hakîkatın en vecîz ifâdesi olması bakımından, buraya kadar anlatılanları bir âyetle hulâsa etmek doğru olacaktır:
“Ve lekad zere’nâ li-cehenneme kesîran mine’l-cinni ve’l-ins(i) lehum kulûbun lâyefkahûne bihâ ve lehum a‘yunun lâyubsırûne bihâ ve lehum âzânun lâyesme‘ûne bihâ ulâ’ike ke’l-en‘âmi bel hum adall ulâ’ike humu’l-ğâfilûn. (Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık; –zîrâ onların– kalbleri vardır ama onlarla kavrayamazlar, gözleri vardır ama onlarla göremezler, kulakları vardır ama onlarla işitemezler; onlar, hayvanlar gibidirler, hattâ daha da sapkındırlar; işte asıl gâfiller onlardır.)” (A‘râf / 179).
Akl-ı ma‘âş, beden gözünü ve beden kulağını idâre eder; cân gözü ve cân kulağı ise akl-ı ma‘âda tâbi‘dir… Akl-ı ma‘âd ile düşünüp kavrayamayan kalb, göremeyen göz ve işitemeyen kulak, ancak bir hayvâna âit olabilir… Cehâlet, akl-ı ma‘âşla ortadan kaldırılabilir; ama gaflet, ancak akl-ı ma‘âdla bertaraf edilebilir; gaflet hâlinde bulunan gâfiller ise, –gafletten ayılmadıkları sürece– hayvanlar gibidirler, hattâ daha da aşağıdadırlar…
Hoca, –bir öge olarak– ög, nühye ve akl-ı ma‘âdı nasıl temsîl etmektedir..? Bunu tesbît için, Hoca’nın şu kısa latîfesine cân kulağını açmak yeterli olacaktır…
***
Hoca, eşeğine ters binmiş bir vaziyette yolda gitmektedir… Onu görenler sorarlar:
– Hocam, eşeğin üstünde neden ters gidiyorsun..?
Hoca cevap verir:
– Arkadan gelen tehlikeleri görebilmek için…
Tekrar sorarlar:
– Ama hocam, tehlikeler ya önden gelirse..?
Hoca son noktayı koyarcasına der ki:
– Önden gelenleri eşek de görür..!
****
Şerh, akl-ı ma‘âd seviyesinde söylenen sözleri yâhut yapılan latîfeleri –bir nevi– akl-ı ma‘âş seviyesine indirgeyerek akl-ı ma‘âşın istîlâ ve işgâli altındaki zihinlere anlaşılır kılma ameliyesi sayılırsa, Hoca’nın bu latîfesinden akl-ı ma‘âşa hangi dersler çıkarılabilir..? Bu latîfe, töreli akıl aynasına hangi hakîkatları yansıtır..?
𝟎 “Eşek”, akl-ı ma‘âşıyla dünyâya ten gözüyle bakan bedenî-hayvânî aklı temsîl etmektedir; “Hoca”dan murâd ise, eşyâyı ve havâdisi cân gözüyle görebilen akl-ı ma‘âddır…
𝟏 Akl-ı ma‘âdın bir vazîfesi de “tedbîr”dir… Tedbîr, arka, geri, kıç anlamına gelen “dübür” kökünden türemiştir ki “işin gerisini düşünmek, gidişin sonunu hesâba katmak, hâdiselerin arkasını önceden görmek; ona göre, önden vaziyet almak” demektir… Yâni, tedbîr sâhibi, yâni “müdebbir-i umûr” –milletin işlerini gören, çekip çeviren, idâre eden– kimseler, cemiyet, millet ve devletin de baş ögeleri sayılırlar…
Hoca da, geriye doğru bir bakışla, gidişin arkasından gelebilecek olanları gözeten, tedbir sâhibi bir ögedir… Hoca, gözünü sâdece ileriye dikmiş, bu yüzden de geriyi göremeyen ve arkayı hiç hesâba katmayan us ve akl-ı ma‘âş sâhibi insanların dâimâ uyarıcısı, dâimâ öncüsü ve kılavuzudur… Denilebilir ki tedbîr sâhibi insanlara kulak verenler idbâra düşmezler…
𝟐 Geri yâhut arka, iki şekilde tezâhür eder: Geçmiş… Gelecek… Hayâtın sarmalında ve dâirevî seyrinde, bunların ikisi de geride yâhut arkada bulunur… Geçmiş arkada bırakıldığı gibi, gelecek de arkadan gelir… Bununla berâber, geçmiş ve gelecek aynı zamanda ileride ve öndedir de; mâzî önden gittiği gibi, istikbâl de önden gelecektir…
Akl-ı ma‘âd sâhibi insan, geçmiş ve gelecek sarmalının gâyet ayık bir şekilde farkındadır; o, geçmişinden çıkardığı dersler ve tecrübelerle geleceğine hâzırlık yapar…
𝟑 Evet, Hoca, “Önden gelenleri eşek de görür..!” derken, dâimâ bedenî-hayvânî ihtiyaçlarının peşinde olan, sâdece nefsânî usları ve hayvânî akl-ı ma‘âşlarıyla kendilerini akıllı zanneden insanları eşek derekesine düşürmüş olmaktadır… Esâsında onlar, –kendilerine kâbiliyet verildiği hâlde– ne düşünüp kavrayabilirler, ne görebilirler ve ne de işitebilirler; onlar zâten hayvandan pek de farklı sayılmazlar…
Hoca, bu hususta da töreye tam mütâbaat göstermektedir; çünkü, töre’nin tek ve mutlak sâhibi de A‘râf Sûresi 179. âyette öyle buyurmaktadır…
𝟒 Hoca’nın eşeğe tersten binmesi, etrâfındaki insanların çoğunun anlayışına ters bir durumdur… Ancak, –âyette de işâret edildiği gibi– zâten insanların birçoğu bedenlerinin akl-ı ma‘âşıyla düşünmeye, anlamaya ve hareket etmeye çalışmaktadır; bundan dolayı da ne mâzîye bakabilirler ne de istikbâli görebilirler, hayvanlar misâli sâdece ânı yaşarlar…
𝟓 Hoca gibi ögeler, kendi cemiyetlerinde hep azınlıkta ve hep yalnız kalma kaderini yaşarlar… Nitekim, onlar cemâatin yüzüne doğru hitâb ettiklerinden, onların istikâmetleri de –fizikî de olsa– cemâatin aksine olmak durumundadır… Ögeler, her zaman mûtâd olan akışın tersini hesâb etmekle ve meselelere tersten bakmakla mükellef sayarlar kendilerini… Çoğunluğun kınaması, alay etmesi pahasına da olsa bundan geri durmazlar, kaçmazlar… Zîrâ, ögeler, kendilerinden ziyâde âit oldukları cemiyeti, milleti ve de mensûb oldukları devletin devâmını düşünürler…
𝟔 Târih şuûrudur, ögeleri geriye ve arkaya bakmaya sevk eden; çünkü, sarmal seyrine göre “târih tekerrürden ibârettir”… Zâten, ilâhî töre’nin mutlak kitâbı Kur’ân da muhâtaplarını önceki kavimlerin hayatlarına bakmalarını öğütlemektedir… Fakat, “İzâ tutlâ ‘aleyhi âyâtunâ kâle esâtîru’l-evvelîn. (Âyetlerimiz ona okunduğunda, “öncekilerin masalları” der.)” (Kalem / 15; Mutaffifîn / 13) âyetinde de işâret edildiği üzere, kâfirler cân kulaklarını ve kalblerini Kur’ân’ın tebliğ ve dâvetine tıkarlar… Bu durum da, “Kellâ bel râne ‘alâ-kulûbihim mâ kânû yeksibûn. (Hayır, hayır! Doğrusu, onların kazanmakta oldukları, kalblerini paslandırmıştır.)” (Mutaffifîn / 14) âyetinde ifâde edildiği gibi, kâfirlerin kalb aynalarını paslandırır, kalb gözlerini göstermez olur…
𝟕 Şerh sadedinde son olarak denilebilir ki, Hoca’nın tersten bindiği “eşek”ten bir başka murâd ise, “dünyâ”dır… Dünyâ da eşek gibidir; kimi zaman tersten binmek, insanların çoğuyla aynı istikâmette gitmemek gerekir… İnsanlar için muvakkat bir ma‘îşet yeri olan bu dünyâ, akl-ı ma‘âşın da yaşama alanı sayılır… Ancak, Hayâlî Beg’in,
Cihân-ârâ cihân içindedür arayı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler
beytinde îmâ ettiği üzere, denizdeki balıklar yüzdükleri denizi nasıl idrâk edemiyorlarsa, tek sermâyesi akl-ı ma‘âş olan –balık hâfızalı– insanlar da dünyâda yaşarken dünyânın hakîkatını kavrayıp anlayamazlar… Dünyânın istikâmetini ve seyrini idrâk edebilmek için, akl-ı ma‘âd sâhibi Hoca gibi, dünyâya tersinden yâhut yukarısından bakmak lâzımdır…
Allâhu a‘lem bi’s-savâb…
******
Eşeğe tersten binme latîfelerinin birinde ise, Hoca son noktada şöyle cevap vermektedir:
“- Eşek önünü korusun, ben de arkamı kollayayım…”
Arkasını kollayamayan kimse, kılavuz olamaz… Arkasından gelenleri, yâni kendisini tâkip edenleri gözetmeyen kimse, öge olamaz… Ve arkadan gelecek olanları, yâni insanlığın geleceğini düşünmeyen kimse, kâmil insan olamaz…
Mühim olan, öncü ve öge olabilmektir… Önden gidenleri arkadan koruma işini eşekler de yapar…
*****
Hulâsa-yı kelâm…
Dünyâ dönme dolabında, materyalizm, pozitivizm, modernizm ile dijitalizm gibi türevlerinin, akl-ı ma‘âş insânının gözüne âdetâ at gözlüğü takarak dünyâlık eşeklerin peşinde koşturtmalarını akl-ı ma‘âd sâhiplerinin kabullenmeleri imkânsızdır…
Akl-ı ma‘âş suyunun yükselerek akl-ı ma‘âdı gark etmesine izin vermemek gerekir… Bu nefsânî hazlarla hayvânî hızların çağında insanlığın kurtuluşu, muvakkat ma‘îşet dünyâsının akl-ı ma‘âd ile idâre edilmesinde sırlıdır… Cân kulağını bu çağın ögelerine, Hoca’larına açmak lâzımdır…
Vesselâm…
Abdülkadir Dağlar