Aygül Yıldırım UzunTöreli Yazılar

Kırklanmış Portreler’in Kırkını Uçurmak

Gecenin saat bilmem kaçı…
Elimde çocuklarımın hangisinden kaldığını bilemediğim, Üniversiteye giriş sınavında verilen kurşun kalem.

Taşınma arifesindeyim; ev dandini, danalar fink atıyor salonumda. Yani elimdeki kalemlerin açacağı  saklanmış olay mahallinde, köşe bucak ara ki bulasın.

Neyse, okumak mı acıktırdı bilmem; az evvel yediğim sandviç sonrası beynimde yanan ampulle aydınlandım. Eskimeyen usule başvurdum: Elde sebze bıçağı zanaatkâr edasıyla başladım kuru çubuğu yontmaya. Demokrasilerde çare tükenmez denmiş vakti zamanında; konuyla alakası yok ama geliverdi aklıma,  yazayım istedim.

Sözü asıl konumuza getireceğim, merak etmeyin; girişi biraz uzattım, farkındayım. Az biraz ısınmak, ısındırmak idi maksadım, burada toplanma sebebimiz olan konuya.

Öncelikle, kıymetli hocamız Fahri Tuna’nın bana vermiş olduğu bu vazife, Kırklanmış Portreler kitabı hakkında bir şeyler yazabilmek, hakikaten benim için çok önemliydi. O sebepten ötürü heyecanımı da mazur görünüz. Artık asıl konumuza, buraya geliş sebebimize giriş yapmak istiyorum.

Kırklanmak, bizim kadim medeniyetimizden günümüze kadar gelen bir örfümüz. Naif ama bir o kadar da güçlü; etkisini kaybetmemiş, zamana yenilmemiş bir ritüel. Temizlenmişlik, arınmışlık, duruluk ve saflık çağrıştırıyor zihinlerimizde. Adeta yeniden bir doğuş, diriliş gibi. Bir de kırklanan o misler gibi olan, cennetten kokusuyla birlikte gelen, herkesi büyüleyen bebeklerimizi hatırlarız. Fahri Tuna da kitabında yer verdiği isimleri tıpkı o bebekler gibi sarıp sarmalıyor, içine içine sokuyor adeta. Doğdukları memleketlerinde kucaklıyor önce; sonra yürürken, koşarken izliyor onları. Artlarından gururla, umutla, hep güvenerek bakıyor, yanlarında olduğu ve olamadığı zamanlarda dahi. Takibi hiç bırakmıyor; izlerin ardı sıra, babacan, abican ve kardeşcan olarak.

Kırklanmış Portreler, kırk üç insanı anlatıyor bizlere. Kimini isminin hikayesinden, kimini de doğduğu, doyduğu topraklardan anlatmaya başlıyor. Ama illaki  bir bağ kuruyor; adından, memleketinden ona tesir eden özelliklere vurgu yapıyor. Şayet Karadenizli ise ruhundaki asiliği ve hırçınlığını pranga vurulamayan çılgın dalgalara benzetiyor. Mizahi yönü varsa, Hoca Nasreddin’in memleketlisi olması sirayet etmiş olacak, deyiveriyor. Sıra dağlar gibi koca yürekli olanların, Balkanlar’dan bahsederken ki hüznünü de iyi tanıyor. Sık sık oralara gittiğini biliyoruz; hem Türkçe için cengaverler gibi kalemiyle mücadele eden meslektaşlarının yanında olmak, hem de Ata topraklarının, genlerinin onu sürekli oralara çağırıyor olması da ondaki bu aşkın, bitmek bilmeyen enerjinin sebebi olsa gerek. Yoksa altmış sefer gitmek öyle kolay bir şey değil, çağıran olmasa, aşk olmasa…

Fahri Tuna hocamız biraz da gözlerden tanıyor, oradan ruhu görüyor. Eğer kısık gözlerle bakıyorsa, analizci bir yeteneği olduğu intibaı uyandırıyor onda. Çakmak çakmaksa çocuksu ve heyecanlı. Dalıp dalıp gidiyorsa bilinmeze, hüzünlü ve ince düşünceli oluyor. Hani şarkıda söylendiği gibi  Gözler kalbin aynasıdır ya, üç yüz yirmi dört megapiksel bir çift gözden giriveriyor kitli yürek sandığına. Heyecandan pır pır edeni, hapsolduğu yürek kafesine sığamayanı, hüznün beklediği kuytu köşeden, aralardan gün yüzüne çıkarıp Ben hep buradayım, bir yere gittiğim yok dediğini anlatıyor bizlere.

Bir mühendisin nasıl böyle kişilik analizleri yaptığına şaşkınlıkla şahitlik ediyoruz.

Beni çok etkileyen bir tabiri var, kitabın satır aralarına gizlenmiş: Kalbi buz yanığı olan şair. Çok deruni ve insanı hâlden hâle sevk eden bir teşbih. Bu şair kim diye merak edenler, cevabını ancak kitabı okuduklarında öğrenebilecekler. Benden duyamayacaksınız. Üstelik bugüne özel, yazarından imzalı da olacak.

Kitabında ayrıca hüzünbaz yürekli, kültüre bakanı, pelerinini unutan şövalye, masalsı kız çocuğu ve edebiyat dervişi olarak gördüğü, öyle isimlendirdiği diğer şahsiyetleri de okuyacağız. Böylesi büyüleyici benzetmelerin olduğu eserde, yazarların, şairlerin dizelerinden, dörtlüklerinden ve satır aralarından onlara dair izleri sürüyor. Ve bizlere okutuyor, onlarda gördüğü en güzel yönleri. Kendi cümlelerinden yakalıyor birçoğunun özünü, hüznünü ve dolan gözünü. En çokta hâlâ çocuksu olan kalpleri hissediyor ve aktarıyor okurlarına.

Peki, mühendislik eğitimi almış bir yazarın kaleme aldığı portrelerine, matematiksel bir bakış açısıyla nasıl bakabiliriz?

Garip bir sözelci olarak naçizane bir iki şey söylemek isterim: Kitabında yer verdiği kişilerin doğdukları toprakları ile verilen isimleri onlar için artı  bir değer olarak görülebilir. Gurbette olmaları bölünme gibi görünse de kariyerlerinin ve eserlerinin üzerine ekleme yapıyorlar; bunu da toplama işlemine benzetmek mümkün. Hayat hikâyelerine bakınca acı kayıpların, hüzünlerin derin yaraların onlarda eksilen bir taraf oluşturduğunu; ancak zamanla bu yaşadıklarının yüz seksen derecelik açıyla yükselişlerine olan etkilerini görmek mümkün. Fahri Tuna hocamızın Kırklanmış Portreler kitabında ki bazı isimleri çok iyi tanıyor olmayabiliriz. Ancak onların hocayla tanışmış olması ve Fahri Tuna’nın onları böylesine sahiplenmesi de olsa olsa çarpan etkisi yaratırdı.

Müntehir gelinlerin, ölümü bilindik endamlarıyla karşılayan annelerin, rüyası eksik uyanan çocukların acılarını bürünmüş, hüzünlerini kuşanmış hisli bir kalbin şairini tanıtıyorken, biz de hissediyoruz o yürektekileri. Biraz da yaptığı alıntılarla anlatıyor ve nokta atışları yapıyor. Hüznünden, derdinden, yüreğinden, çocuksu sevincinden ve  coşkulu heyecanından yakalıyor. Sanki bizi bize anlatıyormuş gibi. Sahipleniyor ve kucaklıyorsun okudukça ve hissettikçe.

Bir anda mahallenin çocuğu oluveriyor; ya da unutamadığımız o idealist öğretmenleri görüveriyoruz zihin sahnemizde. Yılkı atlarına binmiş gözü kara savaşçılara dönüşüyorlar Türkçe için mücadele eden, kendinden emin olanlar.

Konuyu Fahri Tuna hocamızın bir cümlesiyle bağlamak istiyorum: Başarılı bir yazı, okunduğunda okuyana sanki o yazmış da unutmuş hazzı ve hissi veren yazıdır. İşte Kırklanmış Portreler kitabı da bize bizden olanı, kıymetli kırk üç şahsiyeti anlatıyor. Hiç yabancı gelmiyorlar o yüzden; sanki ezelden beri tanıyormuşuz hissini veriyor okudukça.

Ve son bir alıntı yaparak bitirmek istiyorum: Şiiristan diye bir memleket varsa, -ki var,- bir gün orada buluşmak ümidiyle.

Yok, ya da tez vakitte Adapazarı’nda, İsmail’in mekânında ıslama köfte ve gabak tatlısı yemek için buluşmalı, hazır mevsimi de geçmeden.

 

Kırklanmış Portreler Fahri Tuna

Panel ve İmza Günü

23 Aralık 2022

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu