İnsan sınanır. Bazen yapabildikleriyle, bazen yapamadıklarıyla imtihan edilir. Bu sınanma, onun kabiliyetlerini ortaya çıkarmaya yarayan güçlü bir kamçıdır. Bazen içimiz çürür, beynimiz hakikati algılayamayan, işlevini yitiren bir ruh hâline gelirken, bu imtihanlar beşerin üzerinde bir insan olma ateşini yakar. İnsan, mahiyetini (ne olduğunu) bu yanmakla arar ve aramanın hakikat olduğunu anlayınca aramaktan vazgeçmez.
Aramak, kim olduğunu, ne olduğunu, neyle var olduğunu anlamak da hakikate değmekten geçer. Bu geçiş öyle kuvvetlidir ki en kurtarılamaz denilenleri bile kurtarır. Gerçek halaskar (kurtarıcı), işte bu hakikatin ruhuna değdiği andır.
İbn Sîna’nın cesetleri çalıp onlar üzerinde hastalıkları tedavi ettiği söylenir. İbn Sîna, yapamadıklarından imtihan olmuş ve hakikati cesette aramıştır. Ancak ceset, hakikatin tamamı değildir; iyileşmesi gereken ruh gitmişse, yapılan tedavi yarımdır. Maddiyatla, görebildiğine inanmakla meşgul olmak, yalnızca aklın bir bölümünü çalıştırmakla ilgilidir. Asıl olan, bütün bir vücutla ilgilenmektir.
Ruh, kalp, akıl ve tarifi bilinmediği için bir isme yer edinmeyen letaifler (duygular), hakikatin kendisidir. Bir ordu gibidirler, kazanmaları için başlarına gelen sınanmalara birlikte karşılık vermek zorundadırlar. Tek başına akıl bir komutan, kalp bir komutan olmuş… ehemmiyeti yoktur. Önemli olan, itidalli bir yol ile bütün bir orduyu yönetmektir. Aksi hâlde bu sınanmalar, başıboşluk, acı ve kederden ibaret bir sonuç doğuracak; insanı hissizlikle bırakacak ve inanmaya dair inancını yitirmesine sebep olacaktır.
Yapabildiklerimizle Sınanmak
Yapabildiklerimiz ve yapamadıklarımızla sınanmak ne demektir? Biz yapamadıklarımızla zorluk çektiğimizi biliriz. Oysa bizi en çok yapabildiklerimiz imtihan eder. İyi konuşmak, insanları etkileyebilmek, yaptığımız her işi başarıyla tamamlayabilmek, sorumluluk sahibi olmak, akıllı ve düşünen biri olmak… Bunların hepsi ve dahası, insanın gerçek sınanma sebepleridir.
Hakikatsiz konuşmalar yaparak yanlışı insanlara doğru gösterdim; kötü konuşmak sadece benim aleyhime idi, ama iyi konuşmam bütün insanların aleyhine oldu. Peki, neyin hakikat, neyin bâtıl olduğunu nasıl bileceğim? İşte bu büyük bir sorudur. İnsanın kendine sorması ve muhasebe etmesi gereken ciddi bir sınanmadır. Eğer bu imtihanı başarılı geçemezsem, elinden ve dilinden güvenilir olmayan, kitleleri etkilemek için her konuşmanın içine atılan ve izzetini çoğu zaman kaybedecek biri olmaktan öteye gidemem. Bu hâlde ölürsem, ölümüm hakikattir. Hakikatsizce yaşamanın neticesi ise ölümden sonra anlaşılacak bir dizi pişmanlıktır.
Hakikat ve Zaman
Hakikat, maddi bedenin içine sıkışmış değildir. Bir bütünü ifade eder. İnsan, kendi zamanını, insanlığın zamanını ve dünyanın zamanını elinde tutabilseydi, hakikatin ne olduğunu anlayabilirdi. Ya da bütün bu zamanların üstünde olan, onu elinde tutan ve istediği gibi yöneten bir Zat’a intisap edip, gerçek bir temessükle (yapışma) ona inansa ve anlasa; hakikatin zerresi dahi tamamı gibi ona ve bütün hissiyatlarına yeterli gelecekti.
Ruhu ve bedeni gerçek tedavisini bulduğunda, ölüm bile bu şifayı ondan alamayacaktı. Her şeyi kuşatıcı olandan, ölümü öldüren bir “âb-ı hayat” (hayat suyu) tadacaktı.
Şeyma Süheyla Nur Cevher,
Bursa Teknik Üniversitesi-Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrencisi