
Ayaklarımın Götürdüğü Yer
Birkaç gündür rahatsızlığım nedeniyle evde istirahatteydim. Ancak bu sabah erkenden uyandım. Sanki bir el, usulca kalbimi dürtmüştü. Pazarın dinginliğinde, gece boyunca yağan yağmurun serinliği hâlâ havada asılıyken, kendimi dışarı atma arzusuna karşı koyamadım. Tatil sabahının uykuya teslim olduğu saatlerdi; rüyaların kollarındayken insanlar ve şehir henüz uyanmamışken, “Çık da bir nefes al,” telkinine kayıtsız kalmak olmazdı. Bakalım ayaklarım beni nereye götürecek…
Şimdiye dek hep arabayla geçtiğim yolları bu defa yaya olarak adımlayayım. Karşıma çıkan dar, stabilize bir sokağın başında duruyorum. Etrafıma bakınıyorum. Bir yanında alışveriş merkezi ve yüksek binalar, diğer yanında ise tarlalar, kümesten çıkmış tavuklar, taşlık ve tenha bir yol… Birbirine tezat gibi duran bu manzara, aslında Bolu’nun ta kendisi. Şehirle köyün iç içe geçtiği, kendi ritminde yaşayan bir kent.
Çocukluk ve gençliğim, otoyolla ikiye ayrılmış bu şehrin güney kısmında, Bahçelievler Mahallesi’nde geçmişti. Nüfusun yoğunlaştığı güneyin aksine, kuzey tarafı daha yeşil ve biraz daha köy havasındaydı o yıllarda. Hatırlıyorum da, rahmetli annem altı çocuğunu yanına alır, şimdilerde kalıcı konutların bulunduğu yerlere pikniğe götürürdü bizi. Tabi o zamanlar buralarda uzun kavak ağaçları vardı, hatta zayıf akan ince bir dere bile… Bugün yazdıklarımı okuyanlardan bazılarına bu satırlar hayal ürünü gibi gelebilir. Ama benim yaşımda olanlar, o eski günleri yaşayanlar tabi ki hatırlayacaktır. Şimdiyse, oturduğum bu minik kafede, o derenin yerine yoğun araç trafiğinin akışını izliyorum. Hey gidi günler… Sahi kaç yıl oldu? Yok yok, saymayayım, yaşım ortaya çıkacak.
Hadi bakalım, yürüyüşümün başına dönelim. Nerede kalmıştık? Yağmurun izlerini takip ediyordum. Yolun bir yanında boy vermeye başlamış mısır tarlaları… İncecik yapraklarının ucunda, adeta dantel gibi süzülmüş yağmur damlaları… Dün geceki gökyüzünün şiddetinden yere düşen damlalar, şimdi bu zarif yapraklara reverans yaparcasına, hanımefendi edasıyla kurulmuşlar. Öylesine nahif, öylesine incelikli…
Yolun diğer yakasında, henüz içi boş yeşil buğday başakları nazlı nazlı salınıyor. Oklava yutmuş gibi dik, hafifçe eğilip doğruluyorlar. Zihnimde Montaigne’nin o sözü yankılanıyor: “İnsanlar başaklara benzer; içleri boşken başları havadadır, doldukça eğilirler.” Gençlik yıllarımda bu cümlenin yazılı olduğu kupürü kesip cüzdanıma yerleştirmiştim. Her açtığımda ilk onu göreyim diye. Hayatıma yön veren cümlelerden biridir.
Tam bu düşüncelere dalmışken, kırmızı ibiğiyle gerim gerim gerinen bir horoz çıkıyor karşıma. Tavuklar ise etrafa dağılmış, yerdeki taneleri didikliyor. Haremine göz kulak olan horozla göz göze geliyoruz. Kibarca, “Selam ağam, selam hanımefendiler. Sabah-ı şerifiniz hayrolsun, kahvaltınız bereketli olsun,” deyip usulca uzaklaşıyorum. Malum, horoz bu, sağı solu belli olmaz.
Derken bir salyangoz beliriyor önümde. Yağmur sonrasının değişmez misafiri. Mis gibi toprak, ot, çiçek kokuları arasında aheste aheste ilerliyor. Ne panik var ne telaş. Karşıdan karşıya geçerken bile istifini bozmuyor. Bir an, kabuğundan tutup yolun karşısına geçirivereyim mi diye düşünüyorum. Ama sonra, “Yok, o kaplumbağalara yapılırdı,” deyip gülümsüyor, vazgeçiyorum. “Elveda salyangozcuk,” diyorum içimden. “Bakalım daha kaç arkadaşınla karşılaşacağım.”
Havada kuş cıvıltıları… Aşkın, neşenin, hayatın melodileri… Kulak kesiliyorum tanıdık seslere. Sağıma soluma, ağaç dallarına bakıyorum ama nafile, keratalar saklambaç oynuyor benimle. “Siz bilirsiniz,” diyorum, “ben de ıslak toprağın, otların, yeşeren ağaçların, hatta Abdestbozan çiçeğinin ve tarlalardan yükselen taze tezek kokusunun eşliğinde yoluma devam ederim.” Bugünkü yürüyüşümde telefonum yanımda değildi; bu yüzden karelere dönüşemeyecek bu anları zihnimde resmediyorum. Sanırım şu an siz de o salyangozu, horozu, yağmur damlalarının yapraklardaki dansını gözünüzde canlandırıyorsunuz, değil mi?
Yürüyüşüm henüz bitmemişken bir an duraklıyorum ve etrafıma bakınıyorum. Otoban solumda kalmış, bense tarlaların arasında dar bir yolda ilerliyorum. Ve durduğum bu noktada, karşıma geciken diğer yol arkadaşları çıkıyor. Evet, işte önümde ikinci salyangoz, üçüncü, dördüncü…
Suyumu yudumlarken, bileğimdeki şemsiyeye takılıyor gözüm. “Şimdi seni yanıma aldım ya, yağmur yağmayacak biliyorum,” diyorum içimden. Ama almasaydım, bu defa da gök yarılacaktı, bunu da adım gibi biliyorum.
Çok şey birikti içimde, unutmadan, soğutmadan yazmalıyım. Ama ne telefonum ne de kâğıt kalemim var. Güzergâh değişiyor, en yakın kırtasiyeye ulaşmalıyım. Otobanın altından, kalıcı konutlara doğru yürüyorum. Derken önümde bir mezarlık beliriyor: Kalıcı Konutlar Camii’nin hemen yanı başındaki Kılıçarslan Mezarlığı. Duvar dibinde duruyorum ama uzaktan dua okumaya gönlüm razı olmuyor. İçeri giriyorum. Sanki beni çağıran, bekleyen biri varmış gibi hissediyorum. Ayaklarım, mezarlığın üst tarafına, Gültekin ailesinin medfun olduğu yere götürüyor beni. O büyük yangında Rahmet-i Rahman’a kavuşan sekiz cana… Dört gencecik insan, dört minik yürek. Önlerinde duruyorum, gözümde silüetleri canlanıyor, içim titriyor.
Ayaklarım, başuçlarında rüzgâr güllerinin süslediği küçük mezarların önünde duruyor. “Tamam,” der gibi. Sağ baştan ikinci sırada, Muhammed Selim’in önündeyim. Başucundaki rüzgâr gülü dönüyor. Sanki beni bekliyormuş da, “Hoş geldin,” dermiş gibi… Dikkat kesiliyorum, ama diğerleri kıpırdamıyor. Tekrar tekrar bakıyorum. Hayır, bir tek onunki dönüyor. Belki de bu sabah evden çıkmamın, bu yolu yürümemin, buralara kadar gelmemin yegâne sebebi onun çağrısıydı. Zaten tesadüf yoktur, tevafuk vardır. Belki de minik Muhammed Selim’in ruhu, bu satırları yazmama ve sizlerin de okuyarak onları hatırlamanıza vesile oldu. Mana ve duygu yüklü bu tevafuk, bu güzel aileyi ve o minik canları dualarla anmamıza sebepmiş meğer…
Şimdi düşünüyorum da, bu sabahki yürüyüşüm boyunca gördüğüm tarlalar, kuşlar, tavuklar, yağmur damlaları, hatta salyangozlar… Aslında bana, asıl gideceğim yere kadar eşlik etmekle görevliymişler. Ve o rüzgâr gülünün “Hoş geldin” selamıymış almaya gittiğim.
Sizler de bu satırları okurken bir an durun ve o minik rüzgâr gülünün döndüğünü hayal edin. Gültekin ailesine ve minik Muhammed Selim’e en içten dualarınızı göndermenizin vesilesi olsun bu yazı.