Ramazan ayının ikinci haftası yine bir azm-i seferde idik. Irak’ın kuzeyindeki Erbil kentinde bulunan Selahaddin Üniversitesi Türkoloji Bölümünde ders vermek üzere beş günlük bir kültür seyahatine çıktık. Bu seyahatte Dicle Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümümüzdeki dört meslektaşımla birlikteydik. Türkoloji Günleri projesi kapsamında oradaki akademisyen ve öğrencilerle buluştuk. Dil, edebiyat ve kültür tarihimize ilişkin derslerde birikimlerimizi onlarla paylaştık. Seyahatin akademik ve resmî tarafını daha sonra yazacağım inşallah. Bu yazıda seyahatin mukaddimesini ele almak arzusundayım.
Seyahat öncesi hepimizde biraz tedirginlik vardı. Zira Türkiye sınırından sonra bir bilinmezlik deryası bizi bekliyordu. Gideceğimiz yerde nasıl bir manzara ile karşılaşacağımızı kestiremiyorduk. Hâlbuki bizler aynı medeniyet sofrasından nasiplenen milletleriz. Bir mahalle içerisinde din, dil ve ırk ayrımı yapmadan yüzyıllar boyunca bir arada yaşamışız. Gelin görün ki şimdi zihin haritalarında dahi ayrıştırılmış bir coğrafyanın sakinleriyiz. Her neyse…
Mesafe yakın olduğu için kara yoluyla gitmeyi tercih etmiştik. Diyarbakır’dan binip Habur sınır kapısına varmamız üç saati bulmamıştı. Sınırı geçtikten hemen sonra sahur için bir mekânda konakladık. Bizim memleketin yirmi yıl öncesini hatırlatan bu yerde birer çorba ile kifâf-ı nefs ettik ve yola revan olduk. Gün aydınlanmaya yüz tuttuğunda kendimi toparlayıp otobüsün camından etrafı seyre başladım. Ucu bucağı olmayan dümdüz araziler, onlarca çilek tarlası, sulamalı tarım için hazırlanmış düzenekler… Yol boyunca Türk markalarının reklam panoları.. Zihnimizde kurguladığımız coğrafya ile hiç ilgisi olmayan bir manzara… Şaşırmaya başladım.
Sabah yedide Erbil otogarındayız. Süre olarak kıyasladığımızda Kayseri-Diyarbakır arasındaki mesafe kadar. Konaklayacağımız otele gitmek için taksiciler ile pazarlık yapıyoruz. Taksimetre uygulaması yok. Şehirde herkes kendi arabasıyla seyahat ettiği için toplu taşıma yaygın değil. Bu sebeple her yer taksi kaynıyor. Biz Türkçe konuşunca karşımdaki taksici de Türkçe konuşmaya başladı. Yol boyunca Türkçe, Arapça ve Kürtçe konuşarak bizi başka bir otele götürmek için ikna etmeye çalıştı.
Menzilimize varıp biraz dinlendikten sonra Erbil’i keşfetmeye çıktık. Evvelemirde şehrin en eski yerleşim merkezine yani Erbil Kalesi civarına gittik. Erbil Kalesi’ni Türkiye’deki hangi hisara benzetsem acaba? Kırşehir ve Adıyaman’da şehrin tam merkezindeki hisarları anımsatıyor. Ama bizde oraya en çok benzeyen hisar Antep Kalesi… Mimarî detaylar dışında Antep Kalesi ile Erbil Kalesi neredeyse birbirinin aynı. Kale içini gezerken bu düşüncemi de teyit etmiş oldum.
Kale surlarının içi, eski bir Türkmen mahallesi. Şehrin diğer kısımlarında neseben Arap ve Kürt olan Müslüman mahalleleri var. Hisarın çevresinde şimdilerde harabe olan Yahudi Mahallesi, metruk evlerinin ölgün gözleriyle bize bakıyor. Şehrin dışına doğru ise Süryani yerleşim muhiti olan Aynkâva bölgesi bulunuyor. Günümüz Erbil’inde çoğunluğu Kürt olmak üzere Türkmen ve Arap Müslümanlar ağırlıkta. Diğer inanç mensuplarının ise kendine ait bölgeleri var. Dışarıdan gördüğüm kadarıyla her inanç veya ırk mensubu, diğerleriyle nezaket ölçüleri çerçevesinde güzel bir iletişim kurmuş. Türkiye’deki gibi sert bir tartışma ortamı bulunmuyor. Uzak ve yakın geçmişte bölge ahalisinin yaşadığı acı tecrübeler, onları bu ortak düşünce zemininde buluşturmuş kanaatini taşıyorum.
Erbil Kalesi’nin yanı başına kurulmuş olan Kayserî Çarşısı, klasik bir Osmanlı yapısı. Anadolu’muzun birçok şehrinde görebileceğimiz türden görkemli bir kapalı çarşı. İhtişamlı mimarisi ve envaiçeşit ürünleriyle şehrin can damarı olmayı hak ediyor. Müşterisi hangi dilden konuşuyorsa çarşı esnafı da o dil ile mukabele ediyor. Çok renkli, çok dilli ve çok zengin bir çarşı. Çarşının önündeki şehir meydanını gezerken Türkçe konuştuğumuzu işitenler bize Türkçe selam verip hal hatır soruyor. Bunlardan bir kısmı Türkmen olduğu için zaten dili biliyor. Ama çoğunluğu Türkiye’deki televizyonlar vasıtasıyla Türkçe öğrendiğini söylüyor. Hele ikindi namazı çıkışında çarşı esnafıyla konuşmalarımızı duyup yanımıza yaklaşan ve ısrarla iftar sofrasına davet eden Erbilli Şevket Amcamız bizleri hüzünlü bir sevince gark etti.
Şehrin eski çarşısını adımlarken adeta Diyarbakır, Antep veya Kayseri çarşısında geziyor gibiydik. Zihnimizdeki önyargı duvarlarının birer birer yıkıldığını görmek beni mutlu ediyordu. Bir yandan da çizilen siyasî sınırların ruhumuza ne kadar işlediğini hissedip üzülüyordum. Hâlbuki daha sonra çokça şahit olacağımız üzere Erbil insanı, Türkiye gündemini en az bizler kadar merak ediyor. Bizim ayakta kalmamız onlara güç veriyor. Yöre halkının bizimle hiçbir problemi yok. Aksine daha çok insanımızın kendilerine misafir olmasını arzuluyorlar. Bu seyahatin resmî sürecinin yanında yaşadığımız bu zihnî aydınlanmayı kendi adıma bir kâr sayıyorum. Ve anladım ki konum olarak Erbil, Anadolu’nun Arap dünyasına açılan eşiğine; orada yaşayan kardeşlerimiz de yüreğimizin sol yanına düşmekte…
(Devamı gelecek.)
Ahmet TANYILDIZ
Ahmet hocam Rabbim ilminizi artırsın. Çok istifadeli bir ziyret olmuş.