Aygül Yıldırım UzunTöreli Yazılar

Bu Yazı Kadınlar İçin

Yaradan insanı, kadın ve erkek olarak iki cinsiyet şeklinde yaratmış.
İlk olarak Hz. Âdem’i ve ona eş, yanına yoldaş, her daim gönlünde yeri olsun diye de kaburga kemiğinden Havva anamızı yaratmış. Kalbine en yakın yerden, kaburga kemiğinden yaratılmış olması ne kadar ince bir mesaj aslında… Anlayabilene, idrak edebilene. Dünyada ki hayatında kimisi bu yürekte ölene dek yaşamanın mutluluğunu yaşayabilmişken, kimisi de o kapının eşiğinde bir ömür beklemiş.

Aslına bakarsanız bu yazıya “Kadınlar İçindir” diye bir başlık atmamın sebebi, giriş kısmıyla çok da alakalı değil gibi gözükebilir. Asıl maksadım; uzun yıllara dayanan sayısız gözlem, sohbet ve birikimlerimin bir tezahürünü kaleme almak idi. Kimi okurken kendinden bir şeyler bulacak, kimisi “Acaba kimi, neyi kastetti?” diyecek. Hasılı kelam; herkesin bir yerinden tutacağı, bir şeyler hissedeceği bir yazı olacak. Sizlerin yüreğinden geçen ama dilinize kadar gelip de azat olamayan o düşüncelerinizin cümleler olup kâğıda dökülmesini okuyacaksınız.

Daha önceki bazı yazılarımda  insanların “görünür olma” ve “sevilme” çabasına değinmiştim. Bu defa, bir kadın olarak aynı meseleye kadın gözüyle, kadınlara bakmaya çalışacağım.

Benim yaşlarımdakiler, köklü bir neslin son versiyonları aslında. Ve bizimle birlikte “eski tip annelerin” de devri kapandı. Artık müzeye mi kaldırırsınız, uzun soluklu belgeselini mi çekersiniz onu bilemem.

Peki kim miyiz biz, neden bu kadar kıymetliyiz?
Anlatayım.
Yayınlayamadığım birkaç yazım var. Açıkçası çekindim. Hani şu “el âlem” dediğimiz bir güruh var ya, hah işte onlar… Hep “Cız!” dediler, elimi geri çekmem gerekti. “Henüz kimileri buna hazır değil,” diye düşündüm.

Bizim yaşlarımızdakilerin “türünün yaşayan son örnekleri” olma meselesine dönelim. Çünkü bizler, mutluluğu birilerinin bizi sevmesi ihtimalinde, takdir etmesinde, gözüne girebilmekte arayan, amma ve lakin asla bulamayanlarız. Bakın, bu öylesine kurulmuş bir cümle değil; basite indirgenecek bir mevzu hiç değil. Buna uzun yıllara dayanan bir sosyolojik araştırma sonucu gibi de bakabilirsiniz.

Çocukluktan başlayalım isterseniz…
Şimdilerde kız çocuğu sahibi olmak her ne kadar popüler görünüyor olsa da eskiden durum tam tersiydi. Hayata eksi birle (belki de yüzle) başlayan biri, elbette aradaki farkı kapatmaya çalışacaktı.
Peki, bunu nasıl yapacaktı?
Zaten kız çocuğusun; haliyle göze girebilmek için daha çok çalışmalı, daha çok yorulmalıydın. Hele evde bir erkek çocuk varsa, yaş fark etmeksizin hizmet edilmesi gerekenler listesinde o da hep üst sıralardaydı.

“O erkek, sen yapacaksın.”
“O erkek, o yapmaz.”
Tanıdık geldi mi bu cümleler birilerine?

Bakın, bu durum nesiller boyunca olağan yani olması gerekendi. Hiç kimse yadırgamadı, sorgulamadı.
Hatta itirazın “i”sini bile aklına getiremedi.
Çünkü bu durumun haricinde herhangi bir olasılığın olabileceğini düşündürecek bir ortam mevcut değildi.
Dar bir çevre, belli bir eğitim… Ne görülürse, ne duyulursa o hakikatti. O zamanın şartları neyi gerektiriyorsa o yaşandı yahut yaşanamadan ömürler tükendi.

Ama bugün işler değişti.
Artık şu elimizdeki küçük cihazlar sayesinde bütün dünya parmaklarımızın ucunda.
İmkânlar o kadar çok ve çeşitli ki aralarından seçim yapabilmenin, kararsızlığın baskısının ağırlığı altındayız.

Belli bir yaşa ulaşmış, hem geçmişi hem bugünü bilenler işte bu sebeple kendini tam olarak bir yere konumlandıramıyor. Sanırım, arafta kalmışlık hissi gibi bir şey bu; ne öteye ne beriye geçebiliyor insan.

Düşünsenize; genetik kodlarınıza yüklenen, her zerrenize işleyip nesiller boyu süregelen olağan adlettiğiniz birçok gerçeğinizi sorgularken bir yanda öğrendikleriniz, bir yanda öğrendiklerinizle çatışan yeni hakikatler.
Ve siz, bu karşılaşmada kim olduğunuzu, nasıl biri olmanız gerektiğini sorguluyorsunuz.
Ya tuş olup sırtınız yere gelecek ya da hakemin elinizi havaya kaldırdığını göreceksiniz.
Belki de en zoru olacak ve maç hiç bitmeyecek; düşe kalka uzayan bir müsabaka olacak bu hayat.
Galip gelmek, galibiyete ulaşmaktan ziyade asıl gaye “Ben kimim ve nasıl biri olmalıyım?”ın cevabını verebilmek, o cesaretin yürekte yer bulmasında idi.

Hani bir söz vardır ya; “Ben yaşamadım, kızım yaşasın.” diyen annelerin yüzünden bu hale geldik derler. Birçok günahın müsebbibi olarak görülen, hâlihazırda el altında olan keçilerdir onlar. Elbette bazı noktalarda haklılık hissesini vererek ben o sözü şöyle çeviriyorum: “Ben yaşadım, kızım yaşamasın.” Bu cümle ilk halinin tam tersi.

Neden mi?
Çünkü öğretilmiş çaresizliğin dışında da olasılıkların var olduğunun hakikatiyle yüzleşen birçok anne, kızını daha güçlü, daha özgüvenli yetiştirmeye başladı.
Elbette ki bu ne feminizm ne de körü körüne erkek düşmanlığı.
Kızı odaya girince ayağa kalkan bir Peygamber’in ümmeti olarak, onu gerçekten rol model alsaydık; bugün erkekler en galiz küfürlerini “ana-avrat” üzerinden etmezlerdi. Hep kadınlara kusur bulup, suçlu ve tüm günahların müsebbibi onlardır demek, kusura bakmayın da kimseyi aklamaz.

Hele de “adamım” diye ortalıkta gezinen bazı ağzı bozuklar dönüp bir kendini sorgulasın.
Anneyi ve eşi değersizleştirmeye ne zaman, nasıl ve kimler ön ayak olmuş, bu hale nasıl gelinmiş, onun idrakine varalım önce.

Bak, yine içimde bastırmaya çalıştığım o feminist tarafım açığa çıkıyor. Hele sen az dur ötede, çitle çekirdeğini, izle olanı biteni.

Şimdi geri dönüp yazdıklarımı baştan okudum da baya uzatmışım. Malum, uzun yazıları pek okumayı sevmiyoruz. Şayet sizler de arzu ederseniz, bunu yazı dizisi de yapabiliriz. O yüzden bu bir giriş yazısı olarak okuyup hem bu yazı üzerinden hem de sizlerin yorumlarınızla dile getireceğiniz konuları ele almaya çalışacağım birkaç yazıdan oluşacak bir seriye dönüştürebiliriz.

Ve son not:
Hey sen!
Evet, sen…
Etrafına bakma.
Güzel kadın, iyi ki varsın.
Ve bil ki, sen gerçekten çok kıymetlisin.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu