Aygül Yıldırım UzunTöreli Yazılar

Hazların Yarıştığı Hız Çağı

Aygül Yıldırım Uzun

Tıkıldık küçücük evlere. Kısıldık fare misali kapanlara. Dört bir yanımız kapı duvar. Adeta dünden gönüllüyüz hepimiz bu esarete. Üst üste katlar, katlar ve yine, yine… Balık istifi gibi yığınlar. Ruhlarımız daralıyor, sıkılıyor. “Sıkı can iyidir, kolay çıkmaz” esprisine bile gülemiyoruz artık. Ahvalimiz geliyor aklımıza; sıkılan canlarımıza kurşunlar değiyor. Ve ruhlarımız, şimdi delik deşik.

Oysa fıtrata aykırıydı böylesi istiflenmiş evler. Toprağa yakın olmalı, ayağımız yere basmalıydı. Yakın olsaydık, unutmazdık belki de geldiğimiz yere döneceğimizi. Binalar yükseldikçe, göğe erecek sandık başımız. Eremedi… Daha da yere battı ruhlarımız. Ne ayağa kalkabiliyor ne de silkeleyip atabiliyoruz üzerimizden. Katlar ve tonlar yüklü şimdi cılız omuzlarımızda. Kafamızın içi çıkrıkçı dükkânı olmuş; her telden çalıyor dilimiz. Yüreklerde yangın çıksa inemeyiz, takatimiz de yok; ferimiz kesilmiş orta yerinden. Al aşağı oluruz diye ürküyoruz. Hayattan alacaklarımız birikti, veresiye defterimiz doldu; taşamıyor, boğulurum korkusuyla titriyoruz.

Elektrikli tüm ev aletleri, şimdi de otomobiller… Şarj kablolarımız göbek kordonlarımıza dönüştü. Komplo teorileri paranoyalarımızı besliyor, günden güne obezleşti. Tüm dünyada yaşanacak enerji kesintilerine hazırlıklı olun üzerine senaryolar görüyoruz. Ürküyor ve aklımıza geldikçe korkuyoruz; ya bir sabah uyandığımızda kâbusumuz gerçekleşirse, ne yaparız diye… Hayat gerçekten de duracak mı? Fabrikalar, hastaneler ve tüm iş yerlerinin ahvali ne olurdu? Düşününce çok ürkütücü geliyor. ATM’lerden para çekemeyiz, alışverişlerimizi kredi kartına dokuz takside böldüremeyiz. AVM’lerde serinleyemez, kafelerde soğuk kahve içemeyiz. 

Ev ahalisi odalarından çıkar belki, yüz yüze gelir, birbirini tanır mı? Sohbet etmeyeli uzun zaman olmuş. Şimdi kim nereden başlasın, ne söylesin? “Hele dur, Google’a sorayım,” diye düşünüp telefonunu ararsın ceplerinde. Sonrasında “Ama şarjım da yoktu ki,” diye söylenirken bulursun kendini. Bu defa can sıkıntısından pencereye yanaşır dışarıyı izlemeye başlarsın. Soğuk beton yığınlarının içinde yaşayan diğer insanları fark edersin. Hepsi atmış kendini balkona ve cama. El sallarsın öylesine. Sonra biri karşılık verir, biri daha, biri daha… Hoşuna gider, mutlu olur, heyecanla içeri koşarsın. “Bakın bakın, dışarıda insanlar birbirine el sallıyorlar, görüyor musunuz?” Sen şaşkın, evdekiler seni böyle gördüğü için daha şaşkın. “Hadi aşağıya, sokağa inelim,” dersin ve birlikte dışarıya çıkarsınız. Bu sefer insanlar hızla öteye beriye koşturan soğuk ve mutsuz yüzleriyle dolanmıyordur. Yavaş ve sakin ifadeleriyle yalın ayak basıyorlardır toprağa, betona, asfalta. Yıllar sonra lise arkadaşını görürsün, sevinçle koşar, sarılırsın. Meğer yan sitede oturuyormuş da hiç denk gelmemişsiniz. Apartman görevlisinin yanındaki delikanlının, küçükken birlikte futbol oynadığın Necati olduğunu öğrenince, utancından yanına gitmeye dahi çekinirsin. Merak ve heyecanla pır pır ederken yüreğin uzaktan gelen tanıdık bir sese kulak kesilirsin. Çalan telefonun alarmının sesidir duyduğun.  Zınk diye açılan sadece göz kapakların değildir bu sabah. Zihninde aydınlığa çıkmış ve ona da gün aymıştır artık. ”Selam sana, yeni günüm, yeni ömrüm,’ tebessümü vardır şimdi yüzünde.

Evet, belki bu bir rüyaydı; gerçeğinin birebir yaşanabileceği.

Neden, ne zaman ve nasıl bu duruma geldiğimizi hiçbirimiz hatırlayamıyoruz? Adeta hipnotize olmuş gibiyiz. Bir sağa bir sola sallanan cep saati ve onu gözleriyle takip etmekten kendini alamayan insanlık, adeta yapay bir uyku halinde sanal rüyalar görüyor. Kendimize farazi bir dünya dizayn etmişiz ve orada kısılı kalmışız. Gerçek hayatlardan ve ilişkilerden korkan, kaçan insanlara dönüşmüşüz de bu görünmez çizginin dışına çıkma cesaretinden yoksun çoğumuz.

İnsan, insana muhtaçtı; kötü gününde de, iyi gününde de. Ve insan, hazların yarıştığı hız çağında, dünya sistemine köle olduğunu göremedi. Dünyaydı tek derdi; dünya kadar dertle savaştı. Durup yavaşlamak lazımdı; hızla gidilen yolun sonu uçurumdu. Ya uçurumdan aşağı düşecek ya da sakin kalıp bu dünya ile ahiret arasına köprü kuracaktı. Ne serden ne de yardan geçmemenin orta yolu bulunurdu elbet. İnsan, yeter ki isteseydi.

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu