Hani en sevdiğini kaybettiğinde için yanar ya, hangimizin içi yanmadı ki en sevdiklerinin ardında gözyaşı dökerken? Sevmeseydik, ağlar mıydık? Ağladık…
Son günlerin en çok konuşulan dizisi ve yine onun en çok dinlenen şarkısının sözleri… Ferdi Tayfur’un vefatından çok kısa bir süre önce yeniden gündem olan bu şarkı ve sözleri… Demek ki biz millet olarak hâlâ arabesk mişiz? Yıllar geçmiş ve hâlâ bu şarkı sözleri bize tesir etmeye devam edebiliyor. Biz büyüdük, yaşlandık; çoluk çocuk doğdu, onlar da büyüdü. Ama içimizde yaşayan o arabesk yanımızdan vaz geç(e)memişiz. Bizler gibi yaşlanmıyor; üstelik hep diri, hep tazecik.
Neyse, benim de dizi hakkında edecek birkaç kelamım var. Neden sevdi Türk insanı bu diziyi diye herkes dili döndüğünce anlatmaya çalışıyor. Ve herkes kendi açısından ona hissettirdikleri çerçevesinde konuşuyor, haklı olarak. Ben, sonda söyleyeceğimi en başta söyleyerek başlayacağım: Bu dizi ile birlikte çok büyük bir algı yıkıldı. Neydi bu algı? “E millet bunu izliyor; halkın isteğine cevap veriyoruz.” diyerek önümüze sunulan, birbirinin aynı senaryolarla insanlara evlerine misafir edilen, ahlaksızlığın pazarlandığı ve Türk milletinin zekâsıyla alay edilen diziler… Neden zekâsıyla alay ediliyor diyorum? Çünkü replikler aynı, dizi karakterleri aynı, ve bir sonraki sahneyi hatta dizinin sonunu dahi rahatlıkla tahmin edebileceğiniz çöp senaryoları izlettiler yıllarca insanlara. Ve dediler ki: “Ama vatandaş izliyor.”
Evet, belki dediğiniz gibi izleyeni var ama demek ki alternatifi yokmuş. Alternatif olunca bakın, neler oluyormuş! Demek ki olurmuş, olduran olunca.
Dizi, daha yayınlanmadan afişlerde yer alan tanıtım sloganıyla tartışılmaya başlandı: “Ölünce beni kim yıkayacak?” Evet, bu kimileri için oldukça korkutucuydu ve şehrin her yanında görünür olması doğru değildi. Kimisi için ise bu gerçek her an bizimleyken, neyin inkârı ve kaçışı oluyordu yüzleşmek varken? Benim düşüncem, bu stratejinin doğru ve olması gerektiği gibi iddialı olduğuydu. Ürkütücü gibi gelse de insanda önlenemez bir merakı kışkırtan bir slogandı.
Diziye gelecek olursak: Bir gassalın, ölümle yüzleşmesi sonrası onu kimin yıkayacağına dair baş başa kaldığı o soru… Yaşadığı yerde ondan başka gassal yokken ve çırağının da ölüden korktuğunu bildiğinden, bu görev için en yakınındaki birkaç kişiye bu arzusunu anlatması ve sonrasında yaşananlar…
Dizinin başrolü Baki ve onun en yakın arkadaşı Ahmet’i ve etrafındaki birkaç kişiyi izledik. Baki ne kadar içe dönük, soğuk mizaçlı ise Ahmet de tam tersi; tüm hislerini gösterebilen, önünü ardını düşünmeden ifade edebilen bir karakter. Hatta bu iki ayrı fıtratı bir arada tutanın, “zıt kutuplar birbirini çeker” gerçeğinin surete bürünmüş hali olduklarını düşündürüyor izleyiciye .
Ahmet’in eşi ve üç çocuğuyla yuvasındaki mutluluğu, Baki’nin yalnızlığıyla çelişiyor gibi dururken aslında eksik yanını tamamladığını hissettiriyor. Annesinin ölümü, babasının hapiste olması ve koca dünyada yalnızlığının tek kalabalığı Ahmet ve sevgi yumağı ailesi…
Baki, sevmekten ve sevilmekten ürken; öyle ki minik bir bebeği dahi kucağına almaktan imtina eden biri iken, Ahmet dolu dolu, kocaman cümlelerle sevdiğine sevdiğini haykıran bir adam. Ahmet’i sevme sebeplerinden birinin de bu olması olası: “Benim söyleyemediklerimi söyleyebilen, yaşayamadıklarımı cesurca yaşayan, dünya ahiret kardeşim” diye görüyor dostunu.
Baki, “ölümsüz” anlamına geliyor ve senarist bu ismi öyle rastgele vermemiş bence. Ölü yıkayan bir insanın sahip olabileceği en tezat isim… Ölü yıkayan, ölümsüz…
Ve babasının ismi Haris… O da “doymak bilmeyen, açgözlü, hırslı” demek. Baba, ismiyle müsemma… Böyle bir babanın oğlu da böyle olurdu sanırım; adeta oğlunun dünya heveslerini dahi tüketecek kadar bu aşkla yanan biri…
Baki, annesinin toprağa gömülen bedeninin yanına adeta ruhunu da defnetmiş gibi yaşıyor. Eline aldığı bir avuç toprağa bakarken ki hâli bize bunu söylüyor: “Ben, senim…” diyor.
Dizinin zekice kurgulanan sahneleri ve ders niteliğindeki vurucu sözleri, bizi hem derin düşüncelere sevk ediyor hem de “Vay be!” dedirtiyor. Günlük hayatta kullanılan ve doğruymuşçasına özümsenen konuşma lügatına dair zekice dokundurmalar var. Hele Baki’nin alışveriş için girdiği bir dükkânda yaşadıkları bizlerin artık sıradan bularak alıştığımız anlar öyle güzel yansıtılmış ki, güldürürken bir yandan da düşündürüyor. Özellikle de bir mafya babasının cenazesinin işlendiği bölümde geçen konuşmalar ve tiplemeler üzerine de uzun uzun konuşulur.
Yani izlerken, Baki ile birlikte sadece bir sorunun cevabını aramıyor, verilmek istenen mesajları da ustaca zihnimize nakşediyor.
Bir gasilhane kapısı veya hastane koridorunda birisinin arkasında orkestrasıyla şarkı söylüyor oluşu ve bu mizanseni hiç kimsenin yadırgamadan özümsemesi. Bizi öyle bir hazırlıyor ki o ruh hâliyle, bu sahneler hiç de irite etmiyor izleyiciyi. Absürt komedide görmeye alışık olduğumuz bu tür sahneler, zihinde diziyle ilgili düşüncelere eşlik eden bir fon müziği olarak da uygun düşüyor elbette.
Aslında yazacak daha çok şey var ama izlemeyenler için çokta detaya boğmayı istemiyorum. Malum uzun yazı okumayı pek sevmiyoruz.
Ve başta kurduğum cümleyi yeniden kurayım: Bu diziyle birlikte koca bir yalanın ardına saklananlar aşikâr olmuş ve halk, sizin sunduğunuz çöpleri değil, kaliteli olanı da izliyormuş gerçeği tokat gibi şakladı kimilerinin yüzünde.
Şimdi tersine dönen bu rüzgârı değerlendirebilecek miyiz, yoksa eski tas eski hamam mı ya da gasilhane mi olacak? Cenazesi teneşirde yatan dizi sektörünün cenaze namazı mı kılınacak, yoksa o dökülen ılık suyla birlikte can mı gelecek? Yaşayıp göreceğiz nasibimizde varsa…