Doç. Dr. Abdülkadir DağlarEdebiyâtTöreli Yazılar

DÜŞENLE DÜŞÜNMEK

-Nasreddîn Hoca Şerhi - 9-

Düşenle Düşünmek

-Nasreddîn Hoca Şerhi – 9-

*

Düş… Düşmek… Düşünmek…

Düş, tüm insanlığın ezelî, müşterek mâcerâ levhasından, ferdlerin husûsî tecrübe ve temâşâ aynalarına düşen rüyâlar ve hayallerdir… O müşterek mâcerâ, insanlığın fikrî ve rûhî tekâmülünün de esas mihveri sayılır ki görülen yâhut kurulan düşler, aslında hep o mâcerânın, ferdlerin gönül aynalarına düşüp cân gözlerine görünen birer sûreti gibidir…

İzdüşüm, kelimenin en husûsî anlamıyla, böyle bir şeydir…

Düşmek, özünde, istek ve irâdenin dışında gerçekleşen, varlıkların yâhut nesnelerin mâruz kalmalarıyla gerçekleşen –pasif– bir eylemdir (Buna mukâbil inmek fiili ise, aynı dikey istikâmette aşağı yönlü irâdî –aktif– bir eylem olarak temâyüz etmektedir)…

Düşünmek fiili ise, düşmek fiilinden türemiş olsa da, düşmek fiiline karşılık tam irâdî bir eylem olarak dikkat çekmektedir… Düşünmek, bir bakıma, düşmek eylemine mâruz kalan insânın, başına gelen bu eylemin sebep ve sonuçlarına dâir kendi özüne yönelttiği ve kendi özünde yönettiği iç konuşma ve öz tartışma eylemidir…

Düşünmek, müşterek mâcerânın düşünü kurmaktır… Düşünmek, düşlerle düşüş mâcerâsını yormaktır… Düşünmek, düşüşü düşlere sormaktır…

Düşünmek, kendi varlık ve var oluş hikâyesinin peşine düşmektir… Düşünmek, kendi mâhiyetini kavramanın peşine düşmektir… Düşünmek, kendi öz mâcerâsını kendi özünden dinleyip anlamanın peşine düşmektir… Ezcümle düşünmek, kendi özüne, kendisine düşmektir…

Töreli varlık nazariyâtına göre var oluş ve var kılınış, özünde bir “düşme” eylemidir; “Kun.” deyince olduranın, var kıldığı varlıkları aslî cevherlerinden aşağı âlemlere doğru “düşürme” eylemidir… Düşen, mahlûk ise, düşüren de Hâlik’tır; –başına gelenleri– düşünen mahlûk ise, onları düşündüren de Hâlik’tır…

Velhâsıl, “düşünmek” eyleminin aslî ve nihâî gâyesi, kendisini varlık sâhasına düşürerek var edenin peşine düşmektir…

**

Mevlânâ-yı Rûmî, aslî vatandan ayrılık istiâresine temâs ederek başladığı Mesnevî’sinin 3. beytinde

Sîne hâhem şerha şerha ez-firâk

Tâ bugûyem şerh-i derd-i iştiyâk

[Yanıp yakılma derdinin şerhini söyleyebilmem için, ayrılıktan şerha şerha –lîme lîme– olmuş bir yürek isterim…]

diyerek tam, kâmil ve sahih bir iletişimin de ön şartını beyân etmektedir… Aslında anlatan, kâl –söz– değil, hâldir… Ve aslında anlaşan, diller değil, yüreklerdir, gönüllerdir… Yüreklerin ve gönüllerin hâl diliyle birbiriyle anlaşmalarını sağlayan şey ise, müşterek tecrübelerdir, aynı dertlerle yanıp pişmek ve olgunlaşmaktır…

Evet, asıl vatan yücelerdedir, yükseklerdedir, yukarılardadır; zîrâ, töreli tasavvur böyledir… Asıl vatandan kopan, yad ellere, gurbet ele düşmüş demektir… Belki de “düşmek” fiili, en kâmil mânâsını bu bağlamda kavramaktadır… Düşünce yoluyla tekrar aslî vatana yükselip çıkabilmek için, öncelikle “düşü(rülü)p in(diril)miş” olduğunun idrâkine erişmiş olmak gerekir… İnsânın, şahsî-nefsî tekâmül yoluyla kemâle yükselebilmesi yâhut insân-ı kâmil olabilmesi, özündeki mâhiyet-i aslî idrâki ile vatan-ı aslî şuûrunun gelişmişliğine bağlıdır…

Hulâsaten denilebilir ki, kâmil bir mânâda kavrama, anlama ve anlaşma, ancak kâmil insanlar arasında söz konusu olabilmektedir… Aslî vatanlarından düşüş serencâmını karşılıklı düşünen, berâberce düşünebilen kâmil insanlar ancak, mükemmelen anlaşmayı ve de mükemmelen anlatmayı gerçekleştirebilirler…

Töreli edebiyat, bu “düşüş istiâresi”ni özü îtibârıyla ifâde ve îzâh eden pek çok metinle doludur ki en düşündürücü olanlarından biri de Nasreddîn Hoca’nın şu latîfesi olsa gerektir:

***

Hoca, evinin damına çıkmış, damı onarmaktadır; ancak, tam da anlayamadığı bir sebepten tökezleyip damdan düşüverir ve düşmenin tesiriyle de bedenen biraz hırpalanıverir…

Hâdise üzerine evde istirâhata çekilen Hoca’yı komşuları, dostları ziyârete gelirler… Ziyârete gelenler Hoca’ya,

– Damda biraz dikkatlice yürüseydin ya, Hocam..!

– Düşebileceğini düşünmedin mi hiç..?

– Hocam, dengeni yitirdin de mi düştün.?

– Ayağın mı takıldı da düşüverdin, Hocam..?

– Başka sefere daha dikkatli ol, Hocam..!

yollu sözler sarfederler…

Hoca da bu sözler üzerine onlara “Aranızda hiç damdan düşen var mı..?” diye sorar; karşılığında da “Yok, Hocam…” cevâbını alınca da şöyle der:

– O hâlde, bana damdan düşen gelsin; çünkü, damdan düşenin hâlinden, damdan düşen anlar ancak..!

****

Düşüş istiâresi bağlamında bu latîfenin gönle düşürdüğü düşünceleri anlamaya ve şerh ederek anlatmaya çalışmak, bir anlamda Mesnevî’nin yukarıdaki 3. beytinin de şerhi sayılacaktır:

𝟎 “Dam”dan murâd Arş adı verilen 9. felektir; altında tabakalar hâlinde yükselen 8 feleği –Seb‘a Semâvât ile Kürsî’yi– en üstten kuşatıp saran, âdetâ kâinat binâsının damıdır; nitekim, Arş kelimesinin lugat anlamlarından biri de “dam, çatı”dır… Arş’ın ötesi ise, “Mâverâ”dır ki Allâh’ın yalnız kendisine has özel âlemi sayılmaktadır…

Arş, yaratılıp var edilen ilk varlık tabakası olarak kabûl edilir; dolayısıyla, insan varlığının –rûhunun– da mevcûdât âlemindeki ilk vatanı sayılır… İnsan rûhu, Arş’tan Arz’a –yeryüzüne– doğru bir düşüşle, dünyâda –Yûnus’un ifâdesiyle– ete kemiğe bürünüp bedene girer, cisim kazanır… Yâni, rûh, her bir tabakadan düşüşte, yeni bir gurbete düşmüş olur…

𝟏 “Hoca”dan murâd, insân-ı kâmildir; kendisine dost ve musâhip arayan, yâni gurbete düşüş mâcerâsını anlatmadan kâmilen anlayabilecek başka bir insân-ı kâmil arayan bir insân-ı kâmil…

Hoca’dan murâd-ı aslî ise, Hazret-i Âdem –aleyhisselâm– atamız olmalıdır; zîrâ, cennetten yeryüzü gurbetine düşen ilk insandır o… Birlikte düştüğü zevcesi Havvâ anamızı, yeryüzünün farklı bir beldesine savrulduğu için, yıllarca aramış, onunla hemhâl olup dertleşmenin hasretini çekmiştir; çünkü, birbirlerini en iyi anlayacak olanlar, aynı vatandan aynı gurbete düşmüş gariplerdir…

Gubârî Abdurrahmân Efendi de bu mazmûnu, aşk ve âşık bağlamlı şu beyitlerde iş‘âr etmektedir:

Ne bilsün Husrev ü Ferhâd ü Mecnûn Vâmık u Dervîş

Sorarsan hâlet-i ‘ışk-ı nigârı yine benden sor

Ne bilsün tîşe-yi ‘ışk ile cân virmek nedür Husrev

Bu rengîn mâcerâyı yine başından geçenden sor…

𝟐 “Tökezlemek”ten murâd, Âdem atanın, cennette İblîs’in iğvâsına ve ifsâdına mâruz kalmasıdır; zîrâ, İblîs, “Sırât-ı Müstakîm” denilen dosdoğru ve dümdüz yolda bile insânı şaşırtıp tökezleterek isyan çukuruna düşürebilir… O yüzden, son derece ayık bulunmak ve dikkatli olmak gerekmektedir…

𝟑 Damdan düşmek, mukadderdir, kulun kaderidir; fakat, kulun bunu –Âdem ata ile Havvâ ana misâli– Hakk teâlânın takdîrine sayarak hayra yorması, doğru ve güzel olan ve insân-ı kâmile yakışan tavırdır… Zîrâ, cenâb-ı Hakk lâ-yus’eldir, onun ezelî hikmetinden suâl olunmaz…

Kâinâtın fıtrat kânûnudur, bu; her rûh Arş’tan Arz’a atılıp düşüverir, âdetâ bir tohum misâli toprağa saçılıverir, sonrasında ise topraktan ete kemiğe bürünüverir… Bu, her insânın müşterek mâcerâsıdır… Burada mühim olan, insânoğlunun bu hikâyeyi idrâk etmesi, bu ezelî serencâmın şuûru ile dâüssılayı –sıla hasretini– dâimâ rûhunda hissetmesidir…

𝟒 İnsânın var kılınışına ve yeryüzüne düşürülüp gönderilişine dâir ezelî hikmeti anlamaya çalışan kâmil insanlar birbirlerini arzûlarlar, ararlar… Zîrâ, her insan, baktığında kendi rûhunu, dertlerini ve düşüncelerini aynıyla görebileceği parlak ve mücellâ bir ayna, bir dost aynası arayışına devâm eder –bir ömür boyu-; bulamadığında ise, dünyâ gurbetindeki gariplik hissi katmerlenerek devâm eder…

𝟓 Kâmillerin hâlleriyle hâllenmemiş, kâmillerin ehli olmayan –tâbîri yerindeyse– nâehl insanlar, kâmillerin sohbetlerini, musâhipliklerini ve dostluklarını da haketmezler; bu kabilden ham insanlar, boşboğazca sözleriyle ve münâsebetsiz yorumlarıyla kâmil insanların huzûruna da halel getirirler… Hoca’nın, “bana damdan düşen gelsin”dediği gibi, hâlden anlamaz kaba kimseler, kâmillerin meclislerine de girmemelidirler…

Mevlânâ’nın, yine Mesnevî’nin 18. beytinde

Der-neyâbed hâl-i puhte hîç hâm

Pes suhan kûtâh bâyed vesselâm

[Ham, pişmişin –olmuşun– hâlinden bilip anlamaz; öyleyse, sözü kısa kesmek gerek, vesselâm…]

dediği üzere, anlayışı kıt, kaba kimseler, kâmillerin latif sözlerinden anlamazlar; onlara fazla söz sarf etmek de ziyandır…

𝟔 Dâimâ rûhlar âlemindeki latif hâllerini düşünerek o letâfetle hemhâl olmaya çalışanlar, yeryüzünün kesif cisimler âleminde de latif ve zarif kalmayı başarabilirler… Kendilerini sâdece maddî âlemdeki cismânî varlıklarından ibâret zannedenler ise, letâfetten ve zarâfetten uzak, kaba ve mânâsız bir hayat sürmeye mahkûm olurlar… Bu ikinciler, birincilerin ne özlerini ne de sözlerini anlayabilirler…

Allâhu a‘lem bi-murâdihî…

*****

Bu şerh bağlamında, Hoca’nın bir başka latîfesini de mazmûnu ifâde açısından hâtırlamak yerinde olacaktır:

Hoca bir gün, yolda hızlanarak giden eşeğinden nasılsa düşüverir…

Etrâfına toplanan çocukların alaylı bakışlarına ve gülüp eğlenerek “Geçmiş olsun, Hocam..!” dileklerine mâruz kalan Hoca, onlara şöyle seslenir:

– Bir şey yok, çocuklar, bir şeyim yok; düşmeseydim de inecektim zâten…

Dikkat edilecek olursa, buradaki “çocuklar”la, yukarıdaki “yetişkinler” arasında, Hoca’nın hâline gösterdikleri tepkiler bakımından bir fark gözükmemektedir… O, sözde yetişkinler, aklî melekelerini rûhî letâfetle inceltememiş, çocuksu akl-ı ma‘âş düzeyinde kalakalmış, hâlden anlamayan, –ve dahası– kâlden de anlayamayan, ham kimselerdir…

******

Hulâsa…

Düşmeyen bilmez, düşünmeyen anlamaz…

Düşenler düşmeyenlere anlatamaz, düşünmeyenler düşünenleri anlayamaz…

Mevlâ, cümlemizi düşleri hakîkatıyla yoran, düşenleri hakkıyla soran, düşünenleri de hakkıyla anlayan, düş ve düşünce ehli kullarından eylesin…

Selâmet ve letâfetle kalalım…

Abdülkadir Dağlar

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu