
TÖRELİ İŞTİKÂK – 62
Nehr ~ Nehâr Kelimelerine Dâir
Akmak, töreyi taayyün ettirip görünür kılan en temel eylemlerden biridir… Denilebilir ki töre aynı zamanda bir akıştır; meselâ, zamânın mekânda akışıdır… Varlık, varoluşunu akarak sürdürür; meselâ, nesiller akarak devâm eder…
Töreli Türk şiirinin büyük şâiri Necip Fazıl, meşhur Sakarya Türküsü şiirinde
Her şey akar su tarih yıldız insan ve fikir
Oluklar çift birinden nûr akar birinden kir…
derken, Sakarya Nehri’nin, binlerce yıllık akışında kendisiyle birlikte –kim bilir– daha nelerin aktığını gördüğüne de îmâda bulunmuş gibidir… Bu, mülk ü milletin mâcerâsıdır; bir milletin, bir vatan üzerinden akıp geçişinin târîhi ve hikâyesidir… Bir bakıma bu, dünyâ hayâtının mâcerâsıdır; bu dünyâya dâir her şey akıp geçicidir, göçücüdür…
Akmak, bir yandan da “ağmak” –yükselmek– ve “ağarmak” –parlamak– yâni “ak olmak” eylemlerini türetir… Yükseklere akan şey, alçak yerde durağan şeyden daha ak ve daha berrak olmaz mı..? Akarsu yer altındaki seyrinde, derinlerden yeryüzüne doğru ağıp yükselerek aktıkça ağarıp berraklaşır, bir pınardan dışarı çıktığı anda en sâf ve parlak hâliyle görünür… Hava da aynı şekilde; yükseklere doğru aktıkça berraklaşır, daha da temiz hâle gelir…
Kan… Bedendeki akışı devâm ettikçe temizlenir, canlılığını ve parlaklığını korur; durağanlaştıkça da pıhtılaşmaya meylederek tâzeliğini kaybeder, vazîfesini yerine getiremez hâle gelir… Kanın, zaman zaman bedenden dışarı akması, akıtılması da önemlidir; bu, kanın temizlenmesini ve tâzelenmesini sağlar…
Akış ve akım, yâni cereyân, bir ışık kaynağının ortaya çıkmasına ve karanlıkların ağarıp aydınlanmasına vesîle olur… Akış devâm ettiği sürece bu devridâimin kuvvesini –enerjisini– de (t)üretir… Töredir bu: Gece akar, güneş ışığı çıkar; gündüz akar, ay ışığı çıkar… Güneş ağıp yükseldikçe gündüz; ay ağıp yükseldikçe de gece daha da ağarıp aydınlanır… Su akar, yel akar, elektrik olur; elektrik akar, lamba ışığı çıkar… O akışlar, hep karanlıkları aydınlatır…
Ve rûh… Arınıp sâflaşarak letâfet kazandıkça ulvî âlemlere ağar, yükselir; yüceldikçe daha da nûrânîleşir… Nûru artan rûh, hem sâhibini hem de etrâfındaki insanları daha fazla aydınlatır…
Milletlere gelince… Milletlerin varlığı da akarak devâm eder… Akın akın akar gider milletler; akınlarla meskenetten arınır, akınlarla aydınlanır milletler…
Akışta demetlenmiş büyük küçük kâinat
Şu çıkan buluta bak bu inen suya inat
diye devâm ediyor, Necip Fazıl; evet, âlem-i kübrâ ile âlem-i suğrâ, yâni büyük ve küçük kâinat, hep aynı akışta demetlenmiştir… Töre’nin akışıdır bu; bütün kâinât akacak, akarak var olacak…
Mâcerâ… Yâni akıp giden şeylerin hikâyesi… Gündüzler, geceler, güneş, ay ve her şey samanyolu mecrâsındaki bu akışın üzerinde birer saman çöpü hükmündedir… Zîrâ şöyle buyurulmaktadır:
“Yûlicu’l-leyle fi’n-nehâri ve yûlicu’n-nehâra fi’l-leyli ve sehhara’ş-şemse ve’l-kamera kûllun yecrî li-ecelin musemmâ zâlikumu’llâhu Rabbukum lehu’l-mulk ve’llezîne ted‘ûne min-dûnihî mâ yemlikûne min-kıtmîr. (Allâh, geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güneşi ve ayı da buyruğu altına almıştır; her biri belirli bir vakte kadar akıp gider; işte bu, Rabbiniz Allâh’tır; mülk yalnızca O’nundur; Allâh’ı bırakıp da ibâdet ettikleriniz, bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.)” (Fâtır / 13)…
Geceler ile gündüzler birer ırmak misâli birbirine sokulup katılarak bir vakte kadar akar dururlar… Güneş ve ay da öyle değil midir; insâna, sanki birbirinin içine girip de yine birbirinin içinden çıkıyorlarmış gibi gelmiyor mu..?
Evet, girizgâh hayli uzadı… İlhâmını tam da böyle bir girizgâhtan alan bu iştikâk denemesi, n(ûn)-h(â)-r(â) üçlü kökünden türemiş olan iki kelime etrâfında cereyân edecektir:
Nehr, “büyük akarsu; ırmak; nehir” demektir…
Nehâr, “gündüz” anlamındadır…
Bu iki kelimeyi de alâkadâr eden, cem‘ –çoğul– sîgasında bir kelime var:
Enhâr, “ırmaklar, nehirler” anlamının yanında “gündüzler” anlamına da gelmektedir…
Nehr, nehâr ırmağıdır; gündüzün akışıdır… Nehr, nehârın yeryüzünde akışıdır… Nehr, nehârın göze hitâbıdır… Nehr, nehârın aynasıdır… Nehr, nehârın suya yansıması, suda görünmesidir… Nehr, nehârın suyla akışıdır… Nehr, nehârın mecrâsıdır…
Nehâr, nehr vaktidir, nehrin vakit hâlidir… Nehâr, nehre karışan vakittir… Nehâr, nehrin akışını idrâk ettiren vakittir… Nehâr, geceden çıkan ve geceye akan nehrdir… Nehâr, nehrin gündüz akışıdır; zîrâ, nehrin gece akışı, gözden ziyâde kulağa hitâb eder… Nehâr, gökyüzündeki zaman nehri, ırmağıdır…
Sular…
Vakitlerin ve saatlerin sularla da ifâde edilmesi mânidardır: “Akşam sularında…”, “Saat 11 sularında…” ve benzerleri gibi… Nehrin üzerinde akıp giden bir nesnenin, belirli bir noktadan geçtiği ânın, sâatin, vaktin ifâdesi olmalıdır bu… Ahmed Hâşim’in,
Sular sarardı yüzün perde perde solmakda
Kızıl havâları seyr et ki akşam olmakda
mısrâları, dilin derin inkişâfında günün vakitleriyle suların rengi arasında alâkalar kurulmuş olduğuna da işâret etmektedir…
Yol gösteren kılavuz…
Nehr ve nehâr… Irmak ve gündüz… Yol gösteren, yolu bulduran iki kılavuz…
“Ve elkâ fi’l-arzi revâsiye en temîde bikum ve enhâran ve subulen le‘allekum tehtedûn. Ve ‘alâmât ve bi’n-necmi hum yehtedûn. (-Allâh-, sarsılmayasınız diye yeryüzüne sağlam –sâbit– dağlar yerleştirdi; yolunuzu bulasınız diye de nehirler ve yollar meydâna getirdi. Daha nice alâmetler –var-; onlar, yıldızlarla da doğru yolu bulurlar.)” (Nahl / 15-16)
âyetindeki enhâr kelimesini “nehirler, ırmaklar” temel anlamıyla birlikte, “nehârlar, gündüzler” anlamıyla da yorumlamak mümkündür; zîrâ, gündüz yol bulmak ve gündüz yol almak daha kolaydır… Gündüz nehirler doğru yolu gösteren alâmetlerdendir, gece de yıldızlar…
Altından ırmaklar akar, üstünden gündüzler…
Kur’ân’da mü’minlere çok yerde vâdedilen cennetleri tasvîr için –belki de– en çok kullanılan terkiptir şu: Altından nehirler akan cennetler…
“Ve’llezîne âmenû ve ‘amilu’s-sâlihâti senudhiluhum cennâtin tecrî min-tahtihe’l-enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ va‘de’llâhi hakkâ ve men asdeku mine’llâhi kîlâ. (Îmân edip de –dünyâ ve âhiret için– sâlih işler yapanları, içinde ebediyyen kalacakları, altından nehirler akan cennetlere koyacağız; Allâh bunu bir hakîkat olarak vâdetti; kim Allâh’tan daha doğru sözlü olabilir..!)” (Nisâ / 122)…
“Cennâtu ‘adnin tecrî min tahtihe’l-enhâru hâlidîne fîhâ ve zâlike cezâ’u men tezekkâ. (İçinde ebedî olarak kalacakları, altından ırmaklar akan Adn cennetleri; işte, –kötülüklerden ve günahlardan– temizlenip arınanların mükâfâtı budur.)” (Tâhâ / 76)…
Cennette, sâdece, ardı arkası hiç kesilmeyen nehirler mi akar..? Tabîî ki hayır… Meselâ, cennette nehârların yâni gündüzlerin de ardı arkası hiç kesilmez; o gündüzler ebedîdir… Cennetliklerin üzerinden sonu gelmeyen, ebedî nehâr –yâni gündüz– ırmakları akar geçer…
Cennette gece olmaz; cennetle cennetlikler arasına hiçbir gece giremez… Cennet, dâimî sûrette nehârın hüküm sürdüğü, gündüzün yaşandığı nûr, selâm ve emân mekânıdır… Cennette zulmet, karanlık, belirsizlik ve güvensizlik söz konusu olamaz…
Gündüzler de yüzer…
Evet, nehirler yeryüzünde kendi mecrâlarında yüzüp giderler; ama, söylemek gerekir ki, nehârlar –gündüzler– da gökyüzünde kendi zaman mecrâlarında yüzüp geçerler… Tıpkı güneşin, ayın ve gecenin yüzdükleri gibi:
“Le’ş-şemsu yenbağî lehâ en tudrike’l-kamera ve le’l-leylu sâbiku’n-nehâr ve kûllun fî-felekin yesbehûn. (Ne güneş aya yetişip çatabilir, ne de gece gündüzü geçebilir; her biri bir felekte –yörüngede– yüzerler.)” (Yâsîn / 40)…
Bu arada, felek ile fülk –gemi– arasındaki iştikâk alâkasını hâtırlamak yerinde olacaktır… Kezâ, söylemek gerekir ki, gökler de uçsuz bucaksız bir deniz olarak tasavvur edilegelmiştir…
Irmakların doğuşu, gündüzlerin ölüşü…
Töre’nin ve türeyişin aslî eylemlerindendir: Doğuş ve batış, doğum ve ölüm… Doğuş, aydınlığa açılıştır; batış, karanlığa kapanıştır… Doğum, mâlûmun nûruyla parlamaktır; ölüm, –beşerî nazara göre– mechûlün zulmetine dalmaktır…
Bütün varlıklar adem –yokluk– karanlığından doğup vücûda gelmiştir… Irmaklar –nehirler– kara topraktan doğup akarlar… Gündüzler –nehârlar– karanlık gecelerden doğup parlarlar… İnsanlar ise, analarının karanlık karnından doğup yaşarlar…
Onların her birinin ölümü de muvakkat bir karanlığa doğrudur: Tabîat karın ak karanlığına, nehirler denizin kara sularına, gündüzler gecenin karanlığına, insanlar da toprağın kara bağrına karışıp yeniden dirilmek üzere ölmüş olurlar… Zîrâ bu meyanda şöyle buyurulmaktadır:
“Tûlicu’l-leyle fi’n-nehâri ve tûlicu’n-nehâra fi’l-leyl ve tuhricu’l-hayye mine’l-meyyiti ve tuhricu’l-meyyite mine’l-hayy ve terzuku men teşâ’u bi-ğayri hisâb. (Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın; ölüden diri çıkarırsın, diriden de ölü çıkarırsın; dilediğine de hesapsız rızık verirsin.)” (Âl-i İmrân / 27)…
Ölüm nedir..? Ölüm, devridâimi sağlayan kuvvenin –enerjinin– tükenmesi netîcesinde, nefes akımının kesilmesi ve kan akışının sona ermesidir…
Ölüm sonrası için… Altlarından hiç kesilmeyecek nehirler akan cennetlere tâlibiz… Cennetlerin, sonu hiç gelmeyecek olan nehârlarını arzûluyoruz…
Ve yine Necip Fazıl’ın, kalbimize akıp gelen, kalbimizden dilimize dökülen, bir nehrin hislerine de tercümân olan Şarkımız şiiriyle hüsn-i hâtime yapmak istiyoruz:
Kırılır da bir gün bütün dişliler
Döner şanlı şanlı çarkımız bizim
Gökten bir el yaşlı gözleri siler
Şenlenir evimiz barkımız bizim
Yokuşlar kaybolur çıkarız düze
Kavuşuruz sonu gelmez gündüze
Sapan taşlarının yanında füze
Başka âlemlerle farkımız bizim
Kurtulur dil tarih ahlâk ve iman
Görürler nasılmış neymiş kahraman
Yer ve gök su vermem dediği zaman
Her tarlayı sular arkımız bizim
Gideriz nur yolu izde gideriz
Taş bağırda sular dizde gideriz
Bir gün akşam olur biz de gideriz
Kalır dudaklarda şarkımız bizim…
Hâsıl-ı kelâm, duâ ve selâm…
Abdülkadir Dağlar