Prof. Dr. Ertuğrul Karakuş

BİR ŞÂHİDE BULAMADIM YA DA ENDÜLÜS’E AĞIT

BİR ŞÂHİDE BULAMADIM YA DA ENDÜLÜS’E AĞIT

En yakın şehre 143 kilometre uzaklıkta olan “bakkalsız” köyümüzde, gurbetçi babamın (merhum) bir masal tadında anlattığı “Filibe” şehri üzerinden ömür boyu sürecek bir “Balkan rüyası” görmeye başlamıştım çocukluk çağlarımda…

Hem de bu yalan dünyanın henüz hiç bir şehri görmeden…

Bu rüyaya bir rüya daha eklendi bir süre sonra… Yine merhum babamın kendine has telaffuzuyla: “Andulus”!… Ve bu rüyalar başka rüyaları da doğurdu: Semerkand, Buhara, Taşkent, Mekke, Medine, Kudüs, Hive, Horosan, Bağdat…

Yine söylüyorum:

Hem de bu yalan dünyada henüz hiç bir şehri görmeden… En yakın şehre 143 kilometre uzaklıkta olan “bakkalsız” köyümüzde…

Görmeyi nasip eder mi ki Rabb’im!?

Ortaokul ve lise yıllarında Rabbimizin hediyesi (!) olarak ücra ilçelere sürgün (!) edilen “dertli Türkçe/edebiyât ve tarih muallimleri” eliyle büyüdü bu rüya…

Ve okumalar…

Yahya Kemal’in İspanya ve Endülüs hâtırâları…

Ziya Gökalp’in “Endülüs Tarihi” kitabı…

Yavuz Bahadıroğlu’nun “Endülüs’e Veda” romanı…

Nurettin Taşkesen’in “Kurtuba’nın Altın Çağı” romanı…

Lütfi Şeyban’ın “Endülüs” kitabı…

Roger Garaudy’nin “Endülüs’te İslam” kitabı…

Gaspıralı İsmail Bey’in kıymeti şöyle dursun varlığı bile pek bilinmeyen “Dârürrahat Müslümanları” adlı eseri…

Okudukça iç çekmeler arttı… Okudukça yutkunmalar… Okudukça âhlar… Okudukça vâhlar…

Okudukça ağıt yakma arzusu…

Âh Endülüs, vâh Endülüs…

Benden binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen, yüreğimin tam ortasında hissettiğim şehirler(imiz)in ağıdı…

Kurtuba’nın, Gırnata’nın, İşbiliye’nin, Malaga’nın, Sarakusta’nın, Mürsiye’nin ağıdı…

Görmeyi nasip eder mi ki Rabb’im!? Çok şükür… Nasip oldu…

35 yıllık rüya gerçek oldu… Kurtuba’yı, Gırnata’yı, Ronda’yı, Setenil’i, Malaga’yı, İşbiliye’yi görmek nasip oldu… Yok edilen dünyanın en büyük camilerine inat, iki Cuma namazı kılmak da nasip oldu, Gırnata’da ve İşbiliye’de…

711’de Tarık bin Ziyad ile gelen kutlu fetih… Yakılan gemilerle dirilen azim…

Yükseliş…

Dedesi de babası da Kurtuba’da kadılık yapan, meşşâî okulunun temsilcisi, fakih ve hekim. İbni Rüşd…

Mürsiye’den Muhyiddin ibnü’l-Arabî…

“Batı İslâm dünyasında yetişen ilk Müslüman filozof” diye anılan Sarakusta’dan İbni Bâce…

Tuleytula doğumlu “astronom” Zerkâlî (İbnü’z-Zerkāle)…

Ronda bölgesinde doğup Kurtuba’da tahsil gören, o güne kadar görülmeyen “mîkâte” adlı saati imal eden, uçma denemeleri yapan, astronom, filozof ve şair Abbas b. Firnâs…

Kurtuba’dan “Endülüslü tarihçilerin sultanı” İbn Hayyân…

Gırnata’dan “Hay b. Yakzân” yazarı düşünür ve hekim İbn Tufeyl…

Karanlık Orta Çağ Avrupası’nın ve hatta dünyanın seyrini değiştiren daha nice âlimler ve eserleri…

Ve 400.000’e yakın kitabı Kahire, Dımaşk, Bağdat, Mekke, Medine, Kayrevan gibi ilim ve kültür merkezlerinden toplatan II. Hakem gibi “kitapla nefes alan” bilge yöneticiler…

Ve bu bilge yöneticilerin bilge şehirleri…

Kurtuba… Kurtuba… Avrupa’nın ilk sokak aydınlatmalarına ve ilk hamamlarına sahip şehri… Cebir, geometri, astronomi ve tıp gibi ilimlerin merkezi olmuş Kurtuba Medresesi… Kitap kokulu şehir…

Öyle ya… “İşbîliye’de bir âlim ölünce kitapları satılmak istenirse Kurtuba’ya götürülür” darbımeselini ne de umarsızca unuttuk ey Kurtuba!

İbretlik çöküşleri de sende görürüz ey Endülüs!

Bir vakitler bereketi “nar” ile anlatılan Gırnata’ya, “kızıl” sanat şaheseri “El-Hamra”ya sığınan 800 yıllık medeniyet…

Yahya Kemal’in tabiriyle Endülüs medeniyeti “son ziyafetini bu tepede (El-Hamra Tepesi) vermiş…”

1492…

Gırnata’nın meydanlarında yakılan “göz bebeği-ilim öbeği” kitaplar…

Ve nihayet son: “Suspiro del Moro”

Sadece yüzbinlerce kitap mıydı yakılan ve yok edilen… Onlarca şehrin 800 yıllık yüzlerce mezarlığı… Bir medeniyeti unutturmanın ilk şartlarından birisidir mezar taşlarını yok etmek…

O kızıl toprakları sıksanız “şühedâ fışkıracak”… Ama yine de bir şâhide, bir mezar taşı arıyor insanın gözü… 800 yıla şâhitlik etsin diye…

Her nasılsa İspanya içindeki ve dışındaki bazı müzelere sığınmış “kökünden koparılmış” bir avuç şâhideyi değil! Başına dikildiği naaşa, temsil ettiği medeniyete, Endülüs’e şâhitlik edecek, “köklü” şâhideler arıyor insan olanın gözü…

Ama heyhat!

Her sokağı, her köşeyi tarar iken… Bir dikili taş görüyorum, evet…

Medeniyetini yok eden, temsil ettiği medeniyetin düşmanı olmuş bir binaya kafasını dayamış… Hayır, hayır, kafasını dayamamış! O binaya kafa tutmuş! “Türedi” medeniyete “başındaki sarıkla kafa tutmuş” bir taş… “Şâhide mi acaba!” Yazıları “ciğerine kadar” yok olmuş ya da yok edilmiş… Sadece başındaki “ilim” remzi olan “sarığın kıvrımları” belli oluyor… Ama bu taş, daha çok Osmanlı devri şâhidelerine benziyor! Okuduklarımdan ve evvelki araştırmalarımdan, Endülüs devri şâhidelerinin dikdörtgen ve/veya düz bir yapıya sahip olduklarını biliyorum. Bu müstesna mı? Belki de sadece bir yapı elemanı!

Mezar taşı olmasa da (!) bu taş, başlık bölümündeki bu “kıvrımlar” beni o 800 yıllık Endülüs medeniyetine bağlıyor!

“Çok şükür, İşbiliye’nin göbeğinde bağrı paramparça olsa da sarığıyla “kafa tutan” ve dimdik ayakta duran bir taş…

Hem de hunharca yok edilen “mimari güzeli” camisine döktüğü sapsarı gözyaşlarıyla altın rengine bürünen mehabetli minareye “bir selâmlık”, “bir ezanlık” mesafede…

Görebildiğim “ayakta kalan” bu son taş, dindirir mi Endülüs’e ağıt yakma duygumu?

Belki de en sağlam ve güzel “şâhide”, İşbiliye Ulu Cami’nin altın renkli minaresidir…

Almamız gereken dersin şâhidesi…

800 yıllık “yükseliş” ve “çöküş”ün şâhidesi…

Ertuğrul KARAKUŞ

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu