
Uzun müddettir yazamıyorum.
Yazmıyorum değil! Yazamıyorum.
Bu hal ahir ömrümün şu ana kadar geçen kısmının belli dönemlerinde ara ara nüksetti. Yani ilk defa başıma gelen bir durum değil.
Bu duruma, yani ya-za-ma-ma haline ilk kapıldığım zamanlarda çok korkmuştum. Tembelleştiğimi, atâlete kapıldığımı zannettim.
Bir daha yazamayacağım diye çok tedirgin olduğumu hatırlıyorum.
Bir nevi uzlet. Sözlüğe göre insanlardan uzaklaşma, buradaki manasıyla ise daha çok yazmaktan yani meram anlatmaktan imtina etme… Ama insanların şerrinden kaçmak için değil. Kendi şerrinden kendine kaçan bir uzlet…
Kelamın sahibi ülfet etsin diye.. Kelimeler ve mefhumlar ile ünsiyet peyda etmek için…
Fakat daha sonra bu uzletin bu duraksama dönemlerinin daha feyizli ve daha bereketli dönemlere bir nevi hazırlık olduğunu tecrübe ettim. Bu zamanların ardından çok hayrlı ve bereketli yazılar çıktığını müşahade ettim.
Haliyle, bu tedirginlik yerini merakla karışık bir teslimiyete ve sükûnete bıraktı.
Nadas sonrası acaba aklımızdan, gönlümüzden, dilimizden ne sâdır olacak merakı… Sahib-i Hakîkîye teslimiyet… Teslimiyetin sükûneti…
“Sizi güçsüz bir halde yaratan, güçsüzlükten sonra size kuvvet veren, kuvvetli döneminizden sonra sizi tekrar güçsüz ve saçı başı ağarmış ihtiyar hâline getiren Allah’tır (Rum 54).” ayeti sırrının manevi kuvvesine sarılmış bir teslimiyet hali…
“Kalemle yazmayı öğreten (Alak 4), kaleme ve kalem ehlinin yazdıkları üzerine yemin eden (Kalem 1), dilediği her şeyi dilediği gibi yapan (Büruc 16)” Rabbimize güvenmenin sükûneti…
Çünkü iman ediyoruz!
Neye?
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha eklense, imkânı yok, Allah’ın kelimeleri yazmakla bitmez. Muhakkak ki Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır(Lokman 27)” ayetinin Hak olduğuna…
Bugün yeniden bu hakikatin terkisine tutunarak yazının başına oturduk.
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın (c.c), adıyla deyip başlama imkân ve imanını veren, nefsimi kudret elinde tutan, ilmi ve diğer bütün her bir şeyi bahşeden Rabbimize hamd-ü senâlar olsun…
Bana Rabbimi bildiren, öğreten “levlâke” hitâbının mazharı Efendime (a.s) ve onun temiz âline ve ashâbına salât ve selâm olsun…
Peki ne yazacağız?
Uzun zamandır yazma niyetinde olduğum bir hususu yazma arzusuyla oturdum klavyenin başına.
Niyetim; töreli idare ve iktisat meselesini yazmak. Ama takdir edersiniz ki hacimli ve tafsilatlı bir mevzu. O bakımdan, bu halis niyetin tek bir yazı yerine bir yazı dizisi şeklinde gerçekleşebileceğini umuyorum.
Belki ilerleyen zamanlarda bir veya birkaç cilt arasına girmesini de ümit ve arzu ediyorum.
Diyeceksiniz evvelce yazdıkların da bu minvalde değil miydi?
Evet önceki yazılarımın ekseriyeti de bu minvaldeydi ama biraz plansız ve biraz parça parça oldu o yazılar. Yani bir konu düzeni ve silsilesi takip etmeden o an sadrıma, şuuruma, gönlüme ne geldi ise onu yazdım. Aynı zamanda, zaten işimizin önemli bir parçası olan ve niceliksel kaygıların da tacizine maruz kalan akademik yazım disiplininden sıkılmakla da alakalı olarak Allah ne verdiyse diyerek yazdık da denebilir.
Fakat, o yazdıklarımız ve akabinde töreli fikir meclisindeki haftalık musahabelerimiz, alanlararası töreli çalışmalarımız, haricen dost sohbetlerimiz, tefekkürlerimiz ve tabii yazamadığımız nadas zamanları… İşte bütün bu sürecin sonunda sadrımıza döllenen, gönlümüze doğan, aklımızda gelişen, vicdanımıza dokunan bir yazma iştiyakı. Bir mübarek sefer niyeti…
Sınırları daha belirginleşmiş, kavramları itina ve titizlikle seçilmiş, bağlamları daha kuvvetli kurulmuş, durakları daha tafsilatlı belirlenmiş mukaddes bir sefer niyeti…
Bugün külli bir sistem olan töreyi, hayatın her alanını ilgilendiren doğasını inkâr etme pahasına sınırlandıran bir bölgeye, bir ırka veya bir türedi ideolojiye yaslamaya çalışan kişiler ve mahfiller mevcuttur. Külli olan töreyi, cüzi bir sistemmiş gibi değerlendiren bu şahsiyetlerin sesi sahip olduğu vasıta ve bağlantılar sebebiyle daha çok çıkıyor daha çok görünüyor gibi olabilir. Fakat tarih bize göstermektedir ki hakikatin anlaşılma ve yaşama biçimi olan töre bu kadük anlayıştan çok daha ötesi ve fazlasıdır.
Bu fakir de töreyi bu dar ve fasit daireye hapsetmeye çalışan anlayışın ötesine kanat açarak asli hüviyeti üzerinden özellikle törenin idareye ve iktisada bakan veçhesini anlamaya ve anlatmaya niyetlendi. Niyetimiz hayr, akıbeti de hayr olsun inşallah.
Yani bu sefere çıkış niyetimiz; insanın onu halk eden ile, insanın diğer insanlar ve insanın diğer tüm her şey ile olan ilişki ve düzenini belirleme ölçüsü olan töre zaviyesinden bu külli düzen içinde hacimli bir yer tutan idare ve iktisada dair meseleleri değerlendirmektir.
İlk etabımız, töre, töreli ve törelilik kavramlarından muradın ne olduğu, törenin had ve hudutları ile idare ve iktisadın töredeki yeri ve maksadı üzerine olacak.
Sonraki durağımız irade, idare, hak, amel, niyet, gaye gibi genel kavramların anlaşılması üzerine olacak.
Devamında ise mal, mülkiyet, sözleşme, alış-veriş, borç, alacak, para, kâr, zarar, ayıp, kusur gibi daha tâlî ve muamelata dair konuların töreli zaviyeden anlaşılması olacaktır.
Bu kavram ve konuları olabildiğince günümüz iktisadi ve idari disiplini içindeki kavramlar ve konular ile irtibatlandırarak anlaşılır kılmaya çalışacağım.
Bu çabada kadim ve töreli olanı anlayabilmek ve idrak edebilmek için bazen faiz, şirket, liberalizm, sosyalizm, kapital, ekonomi, homo-economicus gibi modern kavramlara iktibas edeceğim. Zira töreli insanı yani eşref-i mahluku ya da töreli idareyi anlatmak için onun ne olmadığı veya ne olmaması gerektiğine de bazen dem vurmak gerekecek.
Rabbimden, bu halis seferin bereketli olması ve menziline ulaşabilmesini niyaz ederek,
hepinizi en kalbi ve töreli duygularımla selamlıyorum.