
Töre bazı mahfiller tarafından sanki sadece bir bölgeye, tarihin bir kesitine, belli bir ırka veya sınırlı bir ideolojik düzleme aitmiş gibi sınırlandırılmaya, kısır ve dar bir çerçeveye sığdırılmaya çalışılıyor olsa da bu uğraşın komik ve beyhûde bir uğraş olduğunu biliyoruz.
Sadece komik ve beyhûde değil aynı zamanda ifsâd edici, en hafif tâbir ile tahkir edicidir de… Hem târih, hem akıl, hem de vicdanlar dâima insanlık âlemine bu mahfillerin iddiâ ve isnatlarının aksini göstermektedir.
Çünkü töre küllî ve cihanşümul bir sistemdir. Hem tarihin sıfır noktasından başlaması (kûn emr-i ilahisi), hem kapsayıcılığı hem mebdeden meada, zerreden kürreye, arzdan arşa, şarktan garba, ilk günden son güne kadar yaşamın tüm alanlarını kuşatıcı özelliği ile bir mîzan ve ölçü sistemidir.
Töre, yaratılmış her şeyle birlikte insanı bir bütün olarak ele almaktadır. İnsanın hem ruhî, hem bedenî yönlerini ele almakta onun şahsiyetini bir bütün olarak değerlendirirken toplumla olan ilişkisini ve toplumsal yönünü de bu bütünün bir parçası saymaktadır.
Töre; âdemoğlunun hem onu vâr eden ile, hem diğer âdemoğlu ile, hem de eşya (diğer tüm her şey) ile ilişkilerini ve ahengini düzenleyen, ayarlayan ve belirleyen esaslar bütünüdür. Bu ahengi ve düzeni bozmaya, ifsâd etmeye çalışan tüm her şey ise türedidir ve ötekidir. Yani bâtıl, kurmaca ve uydurmacadır.
Bu türedi müfsîd akım ve anlayışlar insan ve Rabbi, insan ve diğer insanlar, insan ve eşya ilişkileri arasına girmeye çalışan ve bu ilişkilerin ahengini ve sağlıklı yapısını bozmaya çalışan parazitlerdir, virüslerdir.
İnsan ve onu yaratan Rabbi ile arasındaki “ubûdiyet” ilişkisini bozmak suretiyle başlayan bu tahrif insan ile insan ve diğer tüm her şey arasındaki ilişkiyi yani “muamelâtı” yani sözleşmeyi diğer bir ifade ile kullar arası hakkı ve hukuku bozarak devam etmektedir.
Yani kul ile Allah arasındaki ubûdiyete dayalı hak bozulduğunda kul ile diğerleri arasındaki hakkın da yani muâmelâtın da bozulan tabiatı gereği bu tahrîbat maalesef yaşanmaktadır. Çünkü ibâdet ile muâmelât birbiri ile sıkı bir rabıta içerisinde olup bir diğerinden ayrılamaz kopartılamaz yapıdadır.
Bu, birbirinden ayrılmaz cihanşümul yapı sayesinde geçmişte büyük devlet ve medeniyetler kurabildik. Müreffeh, saadet zamanlarımızda bu ilişkinin muhkem ve sistematik olduğu görülmektedir. Töre, bu doğal birliktelik ve bütünlüğün sağlanması ve idamesine mâtuf bir sistemdir. İşte bu sebeple idâre ve iktisâdın temel meseleleri de hem ubûdiyet hem muâmelat ile ilgilidir.
Bu iki girift yapıyı, iç içe geçmişliği, karşılıklı ilişkiyi bozduğumuz anda nizâm ve intizâm bozuluyor. Yani bu iki haktan birini bozduğumuz da yek diğerini de doğal olarak bozmuş oluyoruz.
Allah’ın hakkı veçhesine bakan ubûdiyet bozulduğunda kulun hakkı veçhesine bakan muâmeleler, mukâveleler ve akîdeler bozulmakta. Ya da kulun hakkı ifsâd edildiğinde yani muamelât bozulduğunda ubûdiyet de bozulmakta. Özetle ibadet ve ubûdiyet bozulursa muamelât, muamelât bozulursa da ibadet ve ubûdiyet bozulmaktadır.
Bu bütüncül fıtrî yapı yani bu küllî sistemin dilimizdeki güzel karşılığı olan “töre” tesis edilebildiği ölçüde İslâm âlemi mutludur ve mesuttur. Fakat sistem bu iki yapıyı birbirinden ayırırsa bir diğeri de ifsâd olur, bozulur.
Şu an bu bütünlüğün bozuk olduğu bir idâri ve iktisâdi nizamın hükümdarlığı altındayız. Modern sistem töreyi eski, demode ve ilkel olarak değerlendirmekte. Ubûdiyeti ve ulûhiyeti, din ile dünyayı, Allâh hakkı ile kul hakkını birbirinden ayırmaktadır.
Pozitivizm akımı, dünyevî olan ile uhrevî olanı birbirinden ayırmış, dine de bu ayrımı kabul etmesi için baskı yapmıştır.
Bu durumun bizdeki neticelerinden biri, İslâm inancının sadece Allâh ile kul arasında kalan boyutunun yaşanmasına müsaade edilmesidir. Yani insan ve yaratıcısı arasındaki ilişkiye izin verilirken, diğer insanlarla, toplumla ve eşyayla olan ilişkide ise din devre dışı bırakılmıştır. Bunun neticesi ise maalesef Müslümanda gözlenen şahsiyet bölünmesidir.
Ramazan orucunu tutabilen, beş vakit namazını kılabilen Müslüman, iman ettiği kitabın bazı hükümlerini yerine getirirken bazı hükümlerine bigâne kalabilmektedir. Tefecilik, kul hakkı ve fâiz sarmalı ile kuşatılmış olmasını günün şartları bahanesi ile tevil edebilmektedir. Böylesine bir dilemma, böylesine bir karakter bölünmesi…
Her ne kadar modern dünyanın argüman ve enstrümanları inancı ve medeniyet değerlerini yani töreli sistemi demode, köhne olarak göstermek suretiyle dikkate almıyor olsa ve bu dikkate almamayı bir nas gibi dayatıyor olsa da bizi yine de sevindiren ve ümitvâr eden bir husus vardır:
Müslümanların bir kısmı, daha doğrusu, şuurlu Müslümanlar, inançlarını ve inançlarının gereklerini sadece ubûdiyet boyutunda değil, imkanların izin verdiği ölçüde muamelât boyutunda da bir ölçü ve bir kılavuz olarak görmüş, bu kılavuza başvurmuştur. Zor da olsa bunu başarabilmiştir.
Son çeyrek asırda bilgi iletişim teknolojileri ile bilgi ve bilgiye ulaşım hızı artmıştır. Nasıl şer ve fenalıklar, bu sayede hızla yayılıyorsa aynı vasıtalar yardımı ile hayr ve güzellikler de yayılmaktadır.
Bu vasıtalar sayesinde yaşanan eğitim ve ulaşılabilirlik artışı ile beraber insanların muamelât kılavuzundan yararlanma, bu ölçüye başvurma ihtiyacı da artmıştır ve daha da artacaktır.
Bu bilgiye erişimdeki artışla beraber, dünyanın artık büyük bir köy vasfına ulaştığı, sınırların sanallaştığını görmekteyiz. Başka bir ülkedeki savaşın kıyıcılığı, yıkıcılığı doğrudan savaşın tarafı olmayan bir ülkenin insanlarının vicdanında da mâkes bulabilmekte, Filistin örneğinde olduğu gibi savaşı, savaşın sebeplerini ve savaş hukukunu sorgulayabilmektedir.
Bu sorgulama savaşlardan, ülkelerin refahına, refahtan gelir dağılımlarına, eğitim, alt yapı imkanlarından gelişmişlik durumlarına kadar pek çok meselenin arızi yanları ile açık ve görünür olmasına yol açmıştır. Dolayısıyla bu durum artık mevcut türedi sistemlerin kabulünü ve ikamesini zorlayacak seviyelere ulaşmıştır.
Yani artık mızrak çuvala sığmamaktadır!