Samiha Ayverdi’nin İbrahim Efendi Konağı adlı eseri, “Bu kitap ne bir hikâyedir ne masal ne de roman… zamânı, mekânı, vak’aları, şahısları, isimleri hatta vak’aların seyri, sırası ve detaylarının yüzde doksanı ile otantik ve yaşanmış bir devrin, gerçek ve yaşanmış bir hayat tablosudur.” takdimiyle başlar. Anlatılanların yaşanmışlığı ve yazım tekniği bakımından bu eser, olayların ara sıra hikâyeleştirildiği bir hatırat niteliğindedir.
Ayverdi, annesinin amcası olan İbrahim Efendi’den hareketle Osmanlı’nın son demlerine ışık tutar. Devrinde Meclis-i Maliye Reisliği yapmış ve kalabalık bir konağa sahip İbrahim Efendi ile onun orta halli bir İstanbul efendisi olan kardeşi Hilmi Bey’in aile fertleri, hayata bakış açıları ve yaşam tarzları üzerinden dönemin farklı yönlerini yansıtır. Nitekim tarih, bakmasını bilenler için, geçmişte geleceği görüp kendilerine çeki düzen vermelerini sağlayan bir ayna gibidir. Bu aynaya yansıyan doğruların örnek alınıp yanlışlardan ders çıkarılması ise muhatabın birikimi, gayreti ve isteği nispetindedir. Bu bağlamda, yüzyıllarca işlenip en estetik hâline ulaştırılmış dinî, ahlakî, kültürel ve sosyal birçok değer ve tecrübeyi kayıt alan bir hazine hükmündeki bu eserin en az bir kere okunup tetkik edilmesi; verilen mesajların, yapılan uyarıların dikkate alınması ve özellikle de bahsedilen güzelliklerin mümkün olduğunca günümüze de tatbik edilmesi gerektiği kanaatindeyim.
İbrahim Efendi Konağı’nda yer verilen töreli güzelliklerin hepsini bu satırlara sığdırmanın imkânsızlığı cihetiyle, konuya ilgi duyanları bizzat esere havale etmekle birlikte, örnek niteliğindeki bazı mevzuları buraya aktarmak istiyorum. Zira eserde, ev mefruşatından misafirin ağırlanmasına veya hizmetlilerin konaktaki görev ve konumlarından aile fertlerinin katıldığı kır gezmelerine kadar maddî manevî birçok konu teferruatlı şekilde ele alınmakta. Bu zengin seçenek içerisinden, bulunduğumuz günlerin Ramazan ayına denk gelmesi hasebiyle, o yıllardaki Ramazan algısına ve kapsamda düzenlenen etkinliklere değinmeyi tercih ediyorum.
Ayverdi, öncelikli olarak bütün İstanbul halkı gibi konaktakilerin de henüz Ramazan ayı gelmeden hazırlıklara başladıklarını belirtir. Gerek bu oruç ayını karşılamak gerekse sonrasındaki bayrama hazırlık yapmak için herkeste diğer aylarda görülmeyen tatlı, zevkli, ümitli ve neşeli yorgunlukların yaşandığını söyler. Öyle ki “çamaşır yıkanır, ütü yapılır, tahtalar fırçalanır, evler temizlenir, kilerler elden geçer, iftarlıklar sahurluklar raflara dizilir; çarşı pazar işleri, biçki dikiş meseleleri bir düzene bağlanırdı.” Nihayetinde ise Ramazan ayı toplarla, davullarla ve manilerle karşılanırdı.
Ramazan ayını karşılamak için yapılan bunca hazırlıkların genç yaşlı, çoluk çocuk, bütün toplumda nasıl bir ruh hâli, nasıl bir atmosfer oluşturacağı aşikârdır. Bu hazırlıklar ve sonrasındaki teravihler, iftarlar ve düzenlenen eğlenceler zaten manevî açıdan çok kıymetli olan bu günlerin halkın nezdinde maddî ve sosyal açıdan da değerli olmasını sağlar. Nitekim böyle bir ortamda karşılanan ve yaşanan Ramazan ayı, gün boyu aç kalındığı için zor geçirilecek ve bu nedenle gelmesi istenmeyen bir ay değil, aksine bir an önce gelmesi için hasretle gözlenen bir zaman dilimine dönüşür.
Sosyal kaynaşma ve birlikteliği pekiştirme vesilesi olan bu günlerin en güzel yanlarından biri de iftar sofralarının zengin fakir fark etmeksizin herkese açık olmasıdır. Özellikle de “akrabâ ve yakın dostlar arasında, dâvetsiz olarak iftara gitme[nin] bir saygı ve nezâket kaidesi” olarak görülmesidir. Çünkü bu âdet bir nevi, umduğunu değil bulduğunu yemeye gelindiğinin ve mühim olanın muhabbet olduğunun da göstergesidir. Bir yandan eş dost, hısım akrabayı ağırlamak bir yandan da fakir fukarayı kollamak maksadıyla kurulan bu iftar sofraları ise imkânlar ölçüsünde çeşit çeşit yiyeceklerle donatılır. İftarlıklar, çorbalar, etler, sebzeler, börekler, tatlılar ve meyvelerle bezenen bu leziz sofralarda, oruç saatlerindeki açlığın bedenler üzerindeki etkisi giderilir. Fiziksel açlıklarını giderdikten sonra kısa bir müddet dinlenenlerin birçoğu, hem sosyalleşmek hem de manevî doyuma ulaşabilmek için caminin yolunu tutarlar. Samiha Ayverdi bu ruhî ihtiyacı şu cümlelerle aktarır:
“Eski insanlar namazlarını vaktinde ve bilhassa cemâatle kılmaya dikkat ve îtinâ gösterirlerdi. Câmi, kalabalıkların en kolay ve en samîmî bağlarla sosyalleşebildikleri ve kendi aralarında bir âşinâlık alış verişi edip mânevî bir köprü kurdukları bir mahaldi. Öyle ki, insanoğlu kendi kendini madde âleminin günlük boğuntusundan, iş gibi, yemek-içmek, uyku gibi mekanik esâretinden bir mânevî istiklâl bölgesinin huzur ve emniyetine atmak suretiyle hürriyete ilticâ ederdi.
Namazdaki teslimiyet, kulun kendini inkâr etmesi veya nefyeylemesi değil; belki bindiği gemi batarken, ya da ateş hattında kurşunlar tepesinden yağarken dahi onu, rahatlıkla Hakk’ın huzurunda tutabilen hudutsuz kudretti.”
Namaz sırasında ve sonrasında okunan Kuran tilavetleri, salavatlar ve ilahilerle ruhların coştuğu bu toplu ibadetin akabinde ise bazıları uyumaya gitse de birçoğu için gece eğlenceleri başlar. Meddahlar, karagözler, pehlivanlar, kuklalar, cambazlar veya saz takımlarından oluşan değişik eğlence ortamlarında buluşanlar, gülüş cümbüş içinde sahuru beklerler. Erkekler için İstanbul’un farklı muhitlerindeki mahalle kahveleri, çayhaneleri ya da oyun ve eğlence çadırları gibi yerlerinde saatlerce süren bu tarz eğlenceler, hanımlar için ise konaklarda sürdürülür. İbrahim Efendi’nin konağında da sahura kadar yatılmadığını belirten Ayverdi, konaktaki salonların gece misafirleriyle dolup taştığını, sahura kadar bu misafirlere mevsimine göre değişik yiyecek ve içeceklerin ikram edildiğini, peçiç ve fincan gibi basit oyunlarla neşelenen hanımların gülüp şakalaşmalarla geceyi doldurduklarını aktarır. Dönem insanlarının bu derece basit ve masum eğlencelerle tatmin olmalarını ise kendilerine ve toplumlarına yabancılaşmamalarına bağlar. Bu insanların, bir meslek edinmek veya cemiyete uyum sağlamak icabıyla gerekli öğrenimi almanın yanı sıra nizama sokmaları gereken bir iç tabiatlarının da olduğunun kabulüyle kendilerinin hem hâkimi hem de mürebbisi olduklarını dile getirir. Nitekim hayatı dışarıda aramayan bu kişilerin, mutluluğu bilakis kendilerinde ve çevrelerinde bulmaktan hoşlandıklarını ve dolayısıyla manevî doyuma rahatlıkla ulaşabildiklerini belirtir.
Velhasıl Samiha Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı eserinde, Ramazan öncesinde başlayıp bayrama kadar süren bu hazırlık, etkinlik ve eğlenceleri, daha doğrusu o yıllardaki sosyal hayatı detaylıca anlatarak bizlere maziye bakıp ders alacağımız bir ayna sunmakta. Kitabı okuduğumuzda bir taraftan minareler arasına gerilen mahyaların nasıl yapıldığı; yirminci yüzyılın başlarında ulaşımın nasıl gerçekleştirildiği; Kavuklu Hamdi, Küçük İsmâil, Kâtip Sâlih, Çaylak Tevfik gibi orta oyunu ve Karagöz oyuncularının nasıl yetiştiği ya da Karagöz oyunu ve meddahlığın tarihi gelişimi gibi daha birçok konuyu öğrenme imkânı elde ederken diğer taraftan maalesef dünden bugüne neler kaybettiğimizin farkına varıyoruz. Nitekim o günden bugüne hayat şartlarının değiştiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Fakat geçmişteki güzellikleri aktarabildiğimiz kadarıyla bugüne aktarmak ve içinde bulunduğumuz bu mağfiret ayını hasretle beklenen bir zaman dilimine çevirmek bizim elimizde.
Hayırlı Ramazanlar…
Çok güzel bir yazı. Neler kaybettiğimize yönelik fikirler sunması açısından oldukça faydalı. Tebrik ederim.
Günümüz insanını rehin alan teknoloji ve buna bağlı olarak gelişen sosyal medya araçları artık hazırlık yaptığımız yer oldu. Çocuk, genç veya yaşlılarımız artık o araçlar üzerinden ramazan eğlencelerine katılıyor. Bir mesaj ile kutlamalar yapılıyor. Kılınan teravihlerin videoları paylaşılıyor veya muhteşem iftar sofraları paylaşılıyor. Değişen şartların hayatımıza soktuğu ve bize hizmet etmesi gereken teknolojik araçlarımız bizi kölesi yapıyor ve güzelliklerimizi elimizden alıp götürüyor.