Çürük müymüş?
Yoğun ve yorucu bir gündü bu gün. Kapıyı açıp içeri girdiğimde aklımda olan tek şey hemen yemek yapmaktı. Hem lezzetli hem de pratik olmalıydı. Daha ev toparlanacak, bulaşıklar yıkanacak, çamaşırlar makineye atılacak cak cak… Ahh çalışan kadınlar! Yükümüzü hafifleten en değerli şey sağlıklı ve huzur dolu bir yuva, eee tabii ki biraz da iltifat olsa fena olmaz değil mi? İki büyük soğan, iki de patates biraz da bezelye koyduk mu yemek hazır demektir.
Soğanı kabuklarından ayırıp gerçek yüzünü görünce hüsrana uğradım. Yaydığı koku gözümü değil de, burnumu yere çalınca, çürümüş kısmını ayıklamaya başladım. Her katmanı açtıkça koku derinleşiyordu; sanki yarasını deşmişim, uzun bir yolculuğa çıkmışım da, onu yarı yolda bırakmışım. Belki de yüklü bir alışverişten sonra borcumu ödememişim de kokuşmuş bir varlığa dönmüşüm gibi… Cücüğüne kadar ulaştığımda elimde kalan tek şey küçük bir parçaydı. Onu kenara koyup nasip dedim. İkinci soğanı soymaya başladım; tanıdık bir koku yayıldı. Oysaki insan iki kere aldatılmamalıydı. İki cücüğü de koydum önüme uzunca baktım.
Dıştan ne güzel görünüyordunuz. En gösterişli manavdan almıştım sizi, üstüne üstün biraz da pahalıydınız. Nasıl da süslü, boyalı görünüşünüze aldandım. Eski bir küfede küçük bir bakkalın önünde olsaydınız da güvenilir sağlam çıksaydınız keşke. Ağzımızın da cebimizin de tadı kaçmasaydı. Eskilerin tadı ve tuzuna güvenle ekmek banıp nasiplenmek dileğiyle…