
Bulgur ile tarhana…
Geçenki yazımızda mâşerî vicdan bakımından türkünün büyük ehemmiyetinden bahsetmiştik; bu hafta ise gündemde tarhana olduğu için biz de Âşık Emrâh Mahzûnî’nin bulgur ile tarhana üzerine olan deyişini ele alalım istedik. Dolayısıyla sözün sonunda mâşerî vicdanın bulgur ve tarhanadan felsefe ne ki büyük bir hakikat bile devşirebildiği kabak gibi ortaya çıkacaktır.
Deyişin sözleri şöyle:
Ne kaldı ki ne kaldı
Eskilerden ne kaldı
Atı olan savuştu
Bizlere tozu kaldı
Bulgur ile tarhana
Fakirlik bizden yana
Kurban olam oy ana
İnsanın yozu kaldı
Canı dosta verirdik
Ayaklara serildik
Her oyunda yenildik
Feleğin tozu kaldı
Bulgur ile tarhana
Fakirlik bizden yana
Kurban olam oy ana
İnsanın yozu kaldı
Hey ağalar hey beyler
Bizlerle gönül eyler
Dünya malını neyler
Emrah’ın gözü kaldı
Bulgur ile tarhana
Fakirlik bizden yana
Kurban olam oy ana
İnsanın yozu kaldı
Deyişin geneline bakılınca aslında yoz felsefecilere söylenen bir türkü gibi de düşünülebilir. Düşünülebilir, diyorum; zira bizde “düşünce” sadece onlara aittir ve felsefelerinin de olmazsa olmaz rüknüdür.
“Ne kaldı” ibaresi, aslında türkülerde çokça karşımıza çıkan Töreli Türk sözlü geleneğine ait yaygın bir kalıptır. Fakat diğer Mahzûnî Şerîf’in de “Bir dikili taştan gayrı nem kaldı” demesine bakılıcak olunursa “ne”ye bağlı varlık (mevcut) sorgulamasının Töreli âşıklık geleneğinin deyiş sistemi dâhilinde oldukça büyük bir ehemmiyeti haiz olduğu açıkça görülmektedir. Hâl böyle olunca da elbette eskilerden hiçbir şey kalmıyor; atı olan atına bindiği gibi er meydanından savuşup kaçıyor ve bizlere de sadece onların tozu kalıyor. Bu durum esasında bizde yağmurdan sonra güneşin doğuşu kadar tabiîdir.
Deyişin en güzel ve en kıymetli tarafı ise hiç şüphesiz ikinci dörtlüğü… Dolayısıyla bu dörtlük deyişte dahası bir nakarata dönüşmüş; hatta deyişi de bir türküye dönüştüren bir vaziyet de kazanmış doğrudan. Demek ki deyişteki asıl mesajı bu dörtlük taşıyor; tabiiki “düşünen”lere….
Peki, ne diyor?
Bulgur ile tarhana diyor… Eeee ne olmuş yani? Yani fakirlik bizden yana demek istiyor. Açıkçası fakirlik ile bunları doğrudan özdeşleştiriyor. Evet, peki tamam da söz burada bitmiyor! Yani bunlardan murad derd -fakirlik, döneminde en güçlü gerçek durumu da teşkil etse- fakirlik değil ki…! Ya derd ne? İnsanın yozunun kalması. Gerçekten de şapka çıkartılacak enfes bir deyiş…
Yoz, öz mü öz Türkçe bir kelime. “Kısır (döl vermeyen); yavan, bayağı” mânâsına geliyor. Dolayısıyla da “İşlenmemiş, tabiatta olduğu gibi kalmış”, “Katmersiz, sâde, yalınkat” ve “Kaba, âdî, bayağı” suretinde mânâları mevcut. Fakat kelime, doğrudan deyişe de dönük hakîkî mânâsını mecâzî tarafında kazanmış. Yani bize doğrudan “Maddî ve mânevî değerini yitirmiş, soysuzlaşmış, dejenere” olmuş “düşünür”lerin hakikatını veriyor: Yoz fikirlerin yoz üslûba sahib yoz felsefecileri…
Tabii kelime bununla da kalsa iyi! Zira yozdan halkın asıl muradı, döl vermeyen, kısırdır. Yani bunların fikirleri, âdeta kadınların altınlı gün toplantıları için hazırlamış olduğu bir kısırdan ibarettir. Onun için sadece bu dörtlük deyişte kadın ağzıyla söylenmiştir: Kurban olam oy ana…
Feleğin tozunu, yani 3. dörtlüğü yazımda aradan çıkarıyorum; zira feleğinen derd ü dâvâmız çoktur!
Geliyorum doğrudan son dörtlüğe… Deyiş, her ne kadar ağalar ve beyler dese de siz bakmayın buna; zira buradaki muhatab doğrudan düşünürler, yani felsefecilerdir. Bunlar bizi dünya malı peşinde koşar belleyerek belli ki bizimle gönül eylerler; lâkin bizim dünya malında hiçbir zaman gönlümüz kalmamıştır; kalsa kalsa sadece gözümüz kalır! Nitekim Emrah’ta da bu durum aynıdır.
O halde her şeyde ve her alanda olduğu gibi sadece köşeleri kapmış ademlerden ibaret bu kısırlara ne demeli?
Bir töresözden mülhem soylayalım:
Sözüne güvenemeyen sazını yoz çalar!
Anınçün deyişi internetten bir de ezgisi ile dinlemenizi tavsiye ederim. Bu arada Selda Bağcan daha güzel söylüyor. Elbette sazı iyi bilene…!