Bu yazıya ilhamı, dün Batı Karadeniz Kariyer Fuarı kapsamında “Gelecek Okur Yazarlığı” üzerine çok güzel bir sunum yapan Prof. Adnan Altun verdi. Kendisine çok teşekkür ediyorum.
Kendisi konuşmaya “Gelecek diye bir şey yoktur” diye başlayınca konuşmayı dinleyen talebelerden bazıları şaşırıp kaldı. Elbette hoca, hâlin keyfiyetine vâkıf olduğu için daha en baştan böyle bir tespiti yapmıştı. İsterseniz bu durumu biraz açalım.
Biz, mazi veya müstakbelden bahsetsek bile aslında içinde bulunduğumuz ânı yaşarız. Bize bu keyfiyeti yaşatan ise dilimiz, yani lisanımızdır.
Hocanın sunumunda da bahsettiği gibi Türkçe’nin matematik niteliği haiz dünyanın en mantıklı dili olmasının da hiç şüphesiz bunda tesiri büyüktür. Fakat lisan, âdeta büyük bir mucize sergilercesine aynı ânda geçmiş ve geleceği iki kelimede birleştirir: mazi (geçmiş) ve müstakbel (gelecek). Elbette bu durum da Kayserili Âşık Rûzî’nin dile getirdiği üzere insanın “mazi vü müstakbelin icmali” olmasından ileri gelir. Yani insan, geçmiş ve gelecek kendi özünde cem’ edilip muhtasar kılınmış bir mahlûktur.
Sözlüğümüz Kubbealtı’nda “müstakbel” kelimesinin (ﻣﺴﺘﻘﺒﻞ) sıf. (Ar. istiḳbāl “birini karşılamak”tan mustaḳbel) daha ilk mânâsı, “Bir süre sonra, daha ileri bir târihte olması, gerçekleşmesi beklenen, ilerideki” bile bize esasında “gelecek”i verir. Bunun için kelimenin sözlükte “eski” olarak verilen “Karşılanan, istikbal edilen. ♦ i.” mânâsı, asıl hakîkî mânâsıdır. Dolayısıyla kelime her halükârda, hüsn ü ân ve hâl-i zamanda “gelecek”e açılır. Bakınız bu hakikatın farkında olan Töreli şairimiz Esrar Dede bu hâli ne de güzel ifade ediyor:
“Hâldir mâzî vü müstakbel demekten de garaz
Âlemin matlûb-ı ferdâ sandığı halâsıdır”
Bu yüzden de müstakbel, aynı “zaman”da, “dilb. Gelecek zaman sîgası”dır. Yani biz, “Yarın, Kayseri’ye gidiyorum” derken de şimdiki zamanda (-yor) geleceği (-ecek) yaşarız. Bu durumu lisanda sadece “zaman kayması” şeklinde teknik bir seviyeye indirgemek hakikattan mahrum bir zavallılığın alameti olsa gerek! Bu arada, bu “hakikat alanı” dairesinde “gelecek” kelimesinin kendisinin bile gelecek zamanı sîgası ile kurulduğunu ifade edelim.
Müstakbel kelimesinin tamlamalarda ortaya çıkan aynı mânâdaki müennes şekli ise “müstakbele”dir (ﻣﺴﺘﻘﺒﻠﻪ). Yani, “ahvâl-i müstakbele: Gelecekte, ileride ortaya çıkacak durumlar.” Bunun “müennes” (dişil) bir surette tebarüzün hakikati ise geleceğin biz âdemoğlu içün yeni durumlara gebe olmasından ileri gelir. Dolayısıyla bize sadece kelimenin hâl-i keyfiyeti bile “Allahuekber!” demekten başka bir şey bırakmaz.
O hâlde sözü, bu hakikatın şiirde tecellî eden, Şeyh Gâlib merhumun şu beyti ile bitirelim:
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
Yani insan, geçmiş ve gelecek kendi özünde cem’ edilmiş, hatta muhtasar kılınmış bir mahluktur.
“O” yüzden “zât”ınıza hoşça bakınız efendim!