Doç. Dr. Erhan Çapraz

Mit ve eşik…

Bugünkü yazımda bir değişlik yapıp en sonda söyleyeceğimi ilk başta söyleyeceğim: Mit, bir eşiktir; aşmadan varolamazsınız.

Lügatimiz Kubbealtı’nda mit; i. (Fr. mythe < Lat. < Yun.); “İlk çağ insanlarına ve tanrılarına âit olağanüstü mâceraları nesilden nesile aktarılırken yapılan hayâlî ilâvelerle birlikte anlatan, milletlerin atalarına mahsus inançlarını, duygularını, tabiî olaylarla ilgili yorumlarını aksettirmesi bakımından değer taşıyan masal ve efsâne kabîlinden halk hikâyesi, mitos” şeklinde tanımlanmaktadır.

Elbette, daha evvelki yazılarımızda da sık sık vurguladığımız üzere kelimelerin asıl mecâzî mânâları bizi hakikata bağlar. Bu bağlamda mit ise “Aslı esâsı olmayan, masalı andıran, hayal mahsûlü şey” demektir. Üstad Cemil Meriç’in “Batılılaşma miti eskiyince yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nâzenin tâze bir makyajla arz-ı endam etti “şeklindeki tespitlerine bakılırsa da mit, esasında bize Batı’dan ithal bir mevhume-i garibedir. Zira, kelimenin Latin ve Yunanca aslından da açıkça tespit edileceği gibi bize Batı’nın kendi varoluşuna has kökenlerini verir. Hatta vermekle de kalmaz; sanat, edebiyat ve folklör alanlarında bazı kafaları âdeta aşılar.

Peki, bizim kültürümüzde, yani Doğu’da bunun karşılığı yok mudur? Elbette vardır ve dahi âlâsı ve hakikatı mevcuttur.

Bizdeki kavramın karşılığı “esatir”dir. Esatir, (Ar. usṭūre “masal”ın çoğul şekli esāṭіr) “Masal ve efsâne kabîlinden hikâye ve rivâyetler, ilk çağ insanlarına ve tanrılarına âit mâcerâları anlatan ve milletlerin eski inanç ve duygularını aksettirmesi bakımından değer taşıyan olağanüstü ve garip hikâyeler, masallar” mânâsına gelir. Hatta, bizzat Kur’an’da da geçen (En’âm, 25) “esatirü’l-evvellin” tabiri, bu kavrama bir meşruiyet kazandırır ve tıpkı masallarda görüldüğü gibi bizi “geçmiş” üzerinden “gelecek”e bağlar. Bu bağlamda bizim gibi kadim milletlerin oldukça zengin bir “esatir geleneği” mevcuttur. Öyle ki hakîkî, yani tamamen töreli zeminde neşv ü nema bulan bu gelenek, mit, masal ve mesel gibi tahkikiye dönük tüm anlatıların da esasını teşkil eder. Fakat hakikati sadece buradan devşirmek, hatta daha da aşırıya kaçarak hakikatin karşısına bunları koymak elbette büyük bir sapkınlıktır. Nitekim Rabbimiz de bizi yukarıda adını zikrettiğimiz âyetinde şu şekilde uyarmaktadır:

“Onlardan seni (okuduğun Kur’an‘ı) dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mucizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde: ‘Bu Kur’an eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ diyerek seninle tartışırlar.”

Dolayısıyla bunlar, -hâşâ- hakikatin kendisi değil, Töreli masal anlatıcısı Nazlı Çevik Azazi Hanımefendi’nin isabetle vurguladığı üzere, “hakikatin farklı renklerdeki birer elbiseleri”dir. Dolayısıyla bunlar bize tıpkı birer “eşik”i hatırlatır. Bu bağlamda burada eşik metaforu üzerinde durmamızda büyük bir fayda vardır.

Eşik i. (Eski Türk. işik; kökü belli değildir), “Döşemede kapı boşluğunun alt tarafına gelen kısım ve buraya soğuktan, dış etkilerden korunmak için kapı eni uzunluğunda yerleştirilen taş veya tahtadan, yüksekliği çok az çıkıntı, söve”dir. Eşiğin mecaza dönük teşmili ise “kapı”dır. İşte esatir (mit) gibi eşiğin hakikati de burada başlar. Zira eşik, bu noktadan sonra doğrudan “hakikat alanı” ile irtibat hâlindedir. Yani, hâl-i hakikattadır. Bu yüzden Yûnus Emre Hazretlerinin belirttiği üzere eşikte aşka erişilir:

“Aldım himmetimi geçtim zulmeti

Kestim zünnârı şeyh eşiğinde

Yûnus elhak dîdâra müştak

Eriştim aşka şeyh eşiğinde

Öyle ki Aşkî’nin aşağıda söylediği gibi bu eşikte can bile seve seve verilir:

Eşiğinde can veren merdin sevâbın bulmadı

Hazret-i Eyyûb-ı Ensârî’de kurbân eyleyen

Türk’ün esatirî kabulünde de aynen yukarıda olduğu gibi eşik, hâl-i hakikat ile irtibata geçilen asıl yer, yani makam-ı vuslattır. Bu yüzden aileye yeni katılan gelin veya damat, güya ata ruhlarına kendini kabul ettirene kadar eşikte bekletilir. Eşiğe kesinlikle basılmaz, çünkü medet umulan bir kimseye büyük saygı ve bağlılığını göstermek ve ondan lutuf dilemek için eşiğine baş koyup (yüz sürmek) eşiği öpülür. Eşik bir dervişlik, bir yokluk, gönül alçaklığı timsâlidir. Ayaklar altına döşenmiştir, eşik gibi ayaklar altında deyimi bu inancın bir ifâdesidir (Abdülbâki Gölpınarlı). Bir yere, bir kimsenin yanına veya evine çok sık gidip gelmek suretiyle de eşik aşındırılır. Dolayısıyla eşiği mecaza dönük “Başlangıç, başlama zamânı” ve “Geçiş yeri, giriş yeri, giriş sınırı, hemen yakını” suretindeki mânâları da tamamen bu hakikata dönüktür. Tamamen bu duruma bağlı olarak, “Telli sazlarda tellerin üzerinden geçirildiği küçük tahta parçası, köprü”, coğ. Deniz dibinde veya karada iki çukurluk arasında bulunan tümsek biçiminde üstü düz kabartı” ve Kendinden sonra bir iniş veya çıkışın başlayacağı nokta”ya da lisanımız “eşik” adı verir. Dahası Yüknekli Edib Ahmed’imiz “Atebetü’l-Hakayık”ında hakikatleri bu eşikte vazeder. Dolayısıyla eşik, mittir; mit de eşiktir gayrı…

Türk esatirinde de görüldüğü üzere bu eşiği aşmak, gayret ve hizmet ile olur; asıl en önemlisi ise ancak “kendini bilmek”le gerçekleşir. Çünkü, kendini bilen “men aref” sırrına erip Rabbini bilir. Kişi eşikte, makam-ı vuslattadır yani. Onu aşmak için sadece “bir” adım kalmıştır. Dolayısıyla varoluşun sırrı da eşiktedir.

Eeee ne demiştik en başta?

Mit, bir eşiktir; aşmadan varolamazsınız!

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu