TÜRK MÜYÜZ, TÜRKİYELİ MİYİZ?
Son birkaç haftadan beri ülke gündemine kışkırtıcı gayelerle özellikle sokulmuş olan bu evvelce bilindik konu, tartışma alanını günden güne artırarak, toplumsal ölçekte ; siyaset, sanat, medya, akademik çevreleri de içine alarak genişletmektedir.
Mevzubahis bu tartışma konusu esasen çok da yeni sayılmaz… Ülke gündemimize ilk defa şimdi girmiş değildir.
Bu mevzu, her iki Meşrutiyet dönemi boyunca ele alınan temel bir anayasal sorun olarak sıkça tartışıldı.
O günün koşullarında bir imparatorluk devleti olan Osmanlı devlet ve toplum düzenini ayakta tutabilmek gayesiyle “İttihad-ı Anasır-ı Osmaniye” algısı içinde davranılması gerekli görülüyordu.
Oluşturulan meclis yapısı da haliyle bu anlayışa göre şekilleniyor; böylece çok etnili ve dinli bir temsil ortamı meydana geliyordu.
Tüm bu unsurları bir arada tutacak olan ana ilke de “Osmanlı” kimliği üzerine oturtularak devletin sınırları içinde kalan toplulukların artan milliyetçilik akımlarının etkisiyle dağılmasını engellemek üzerine bina edilmek istenmesiydi.
Dönemin Türkçü aydınları arasında, bu anayasal tasarımın, içinde çeşitli sakıncaları barındırmış olması nedeniyle istenilen sonucu üretemeyeceğine ilişkin uyarılarının dayanağı ise, devletteki hâkim unsur olan Türklerin, oluşturulan imparatorluk meclis yapısı içinde temsil gücü itibariyle azınlık durumuna düşeceği endişesi idi.
Dönemin önemli Türkçü aydınlarından biri olan Yusuf Akçura, 1904 yılında, Osmanlıyı beklenen çöküşten kurtaracak olan formülleri ele aldığı “Üç Tarz–ı Siyaset” adlı eserinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük başlıkları altında konuya yaklaşarak çareler aramıştır.
Aranan hâl çarelerinin içinde yer alan Osmanlıcılık ve Panislamizm, dönemin farklı aşamalarında belli ölçülerde tatbik edilmek istendiyse de beklenen ya da umulan neticeyi sağlayamamıştır.
Geriye kalan son çare ise, zaten tarihin determinist kaidesi uyarınca Türkçülük olarak ortaya çıkıyordu.
Devir artık ulus devletler dönemine açılıyordu. Ve binlerce yıllık bir tarihsel devlet birikimini bağrında taşımakta olan Türkler için de en uygun çözüm yolu “tarihsel iradecilik” hamlesi ile millî bir devlet inşası olacaktı.
Öyle de oldu.
Yeni devletin adı Türkiye Cumhuriyeti, asli unsuru da kurucu millet olan Türkler oldu. Dahası kurulu bu devletin sınırları içinde kalan herkes de Anayasa’nın 66. Maddesi uyarınca Türk olarak tanımlandı.
Bugünlerde çeşitli çevrelerin, ısıtarak tekrar gündeme dahil etmek istedikleri “Türkiyelilik” kavramı ile ülkeyi istikrarsızlaştıracak yeni bir siyasal krizin içine çekme arzusu olduğu gün gibi ortadadır.
Etnik farklılıkları ajite ederek kaşıyan bu “Türkiyeli” söylemi tam da tipik bir emperyalist saldırganlıktır.
Bunun arkasından gelecek olanı tahmin etmek hiç de güç değildir.
Maksat bellidir: Etnik ayrıştırma ve bölünme…
Bu söylemi toplumun geneline yayarak meşrulaştırma ve bu yönde bir bilinç oluşturmak suretiyle rejim krizi çıkartmak istediklerinin elbette farkındayız.
Üst kimlik-alt kimlik gibi tanımlar ve bu tanımlar etrafında sürdürülen tartışmaların üreteceği tehlikeli sonuçların önü çok gecikmeden hızla alınmalıdır.
Bilge Kağan’ın da ifade ettiği gibi:
“Siz çoksunuz biz Türk!”
Her insan kendi onuru için yaşar. Milletler de haysiyet ve şerefleri için yaşarlar. Türk milleti kimliğine sahip çıkmayı namus bilmiştir. Bu sahiplik ilkesiyle, ülküsüne sımsıkı bağlıdır. Aksi düşünülemez ve kabul edilemez. Onuru için yaşamayan milletler yok olmaya, güdülmeye ve sömürülmeye mahkumdurlar.
Türklük kimliğinin yerine ikame edilmek istenen “Türkiyelilik” kimliği ile devlet düzenini federatif bir yapıya taşıma arzusunda olanlara verilecek cevabımız şudur: Bu topraklar binlerce yıllık kadim Türk yurdudur. Devlet, Türk devletidir. Sonsuza kadar da böyle kalacaktır.
Bu böyle biline!