
Fadime’nin Düğününde ‘Hayal’ Çekelim
Mekân-insan ilişkisi çağımızda göz ardı edilen konulardan birisidir maalesef. Şair, “Çırpını çırpını atlardan indik girebilmek için yurttaşlık sırasına” diyor ya hani, o misâl kodlarımıza muhalif, mayamızı hiç eden bir mekân anlayışına doğru evrildik. Türk usûlü (alaturka) yani Türk’e ait cumbalı, buram buram ahşap kokan, bölgeye göre taş, kerpiç, ahşap gibi insanı sarıp sarmalayan mekânlardan çıkıp TOKİ yapıyoruz diye övünen bir millet olduk. Yapıyoruz dedim zîra inşâ ediyoruz demeye dilim varmadı. İnşâ etmek bir Kur’an kavramı çünkü. Sanayi devrimi sonrası şehirleşme ile köylere ve toprağa bağlılık azaldı. İnsanlar düzensiz göçlerle gece kondular yaptılar. Sonra sadece bir otel hüviyetine bürünen apartman dairelerinde kümes tavukları gibi yaşar bulduk kendimizi, buna yaşamak denirse şayet…
Komşuluk derseniz hak getire. Şairin “yakınlıktan ötürü gitti yakınlık” dediği duruma düştük, düştüğümüz yerden kalkacak mecalimiz de yok galiba. Mekân insan ilişkisini dert edinen mîmârlar, mühendisler yok denecek kadar az, çünkü herkes kısa yoldan para kazanmak istiyor. Olanların da sesi çıkmıyor neredeyse. Çıksa da kapitalist sistemin çarkları öyle gürültülü dönüyor ki vicdan sahibi insanların düşünceleri müzelik muamelesi görüyor. Nostaljiyi seviyoruz. Geçmiş, övünüp durduğumuz geçmişte kaldı. Geçmişi şimdi ile harmanlayacak estetik kaygılarımız maalesef çok zayıf. Ataların mîmârisi ile övünüyoruz ama o mîmâriyi geleceğe taşıyacak ne vizyon ne misyon derdimiz var. Tarlaları müteahhitlere vermekle, toprağımıza asfalt döktürmekle övünüyoruz. Ne diyelim kime ne anlatalım? “Hadi gel köyümüze geri dönelim, Fadime’nin düğününde ‘hayâl’ çekelim” mi diyelim?
Madem yaşamak istediğimiz mekânlar ile ilgili bir derdimiz yok en azından mirasa sahip çıkma erdemini gösterelim. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden, beklediğim bir şey var, ecdad yâdigarı mabetlerimize dönüp bir baksınlar. 3-5 kuruş için cami müştemilâtını garâbet hâle getiren esnafa çekidüzen versinler, illâ kira alma derdinde iseler de en azından mîmâriye uygun bir düzenleme yapsınlar.
Hazreti Peygamber’i düşünelim, bir kabrin başına gelir ve sahabeden biraz su isteyerek toprağı eline aldığı su ile sıvazlayarak düzeltir. Sahâbi, bu uygulamanın ölüye bir faydası olup olmadığını sorduklarında Efendimiz, dirilere yani kabre bakanlara –göz estetiği açısından- bir faydasının olduğunu ifâde eder. Tüm İslam estetik anlayışı neredeyse bu hâdiseden neşet etmiştir. “Allah güzeldir güzel olanı sever”. İslam baştan sona bir estetik kaygı barındırır bünyesinde. Düşmana bile güzelce vurulur.
“Artist milletizdir.
Bizde defâten ölünür
ve kalkılır ki sofralardan
hamdüsenalarla palalarla
el yıkanmadan
ağız misvaklanmadan
zinhar vurulmaz ha
ne dosta ne düşmana…” (Acz)
Hâsılı en azından, kendi şahsiyetimize uygun mekânlar yapamıyoruz, bâri yapılmış olanları koruyalım. Bir de alelâde bir mekândan bahsetmiyoruz. Ecdadımızın yâdigarı göz nuru mekânlardan bahsediyoruz. Ayağımızı denk almanın, gözümüzü dört açmanın, emânete riâyet etmenin vakti geldi de geçiyor. Zararın neresinden dönersek kârdır. Ecdâdın mîmâri anlayışını ifade eden şu satırlar da kulağımıza küpe olsun:
“Cedlerimiz inşâ etmiyorlar, ibâdet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu…”
Mustafa Yakışır