Dr. Nuh UçganTöreli YazılarUluslararası İlişkiler

İslamofobi’nin Özündeki Türkofobi ve Türkofobi’nin Bekçisi Türkçülük

İslamofobi’nin Özündeki Türkofobi ve Türkofobi’nin Bekçisi Türkçülük

Nuh Uçgan

Soğuk Savaş sonrası Amerikan aklının organize ettiği İslamofobi, bir asır önce İngiliz aklının organize ettiği Türkofobi ile aynı dünya politikasının devam eden bir vasıtasıdır. Türkofobi, bir asır önce kurulan Müslüman bir uluslararası hegemonik gücün yokluğuna dayanan küresel düzenin, yani halifesiz ve temsilsiz bir İslam dünyası ve bu sayede temin edilen denetimsiz bir batılı dünya düzeninin geo-ideolojik aracıydı (I). Soğuk Savaş sonrası İslamofobi ise Türkofobi ile sağlanan bu düzenin sadece daha açık bir ifade ediliş tarzıdır. Ama bu ifade tarzı bize Türkofobi’nin, İslamofobi’nin genetik babası olduğunu da aşikâr kılar. Eğer İslamofobi’nin özünde Türkofobi olduğu bilincine erişmişsek işte o zaman hem millet hem de sınıf bilincine giriş yapmışız demektir. Zira işte o zaman ancak Türkiye ile İslam’ın kaderinin yeniden ortaklaştırılması suretiyle batı sonrası bir uluslararası düzene ulaşılabileceği bilincine erişmişiz demektir.

İslamofobi’nin Özündeki Türkofobik Dünya Düzeni

Peki İslamofobi’nin özünü teşkil eden Türkofobik dünya düzeni nedir? (I) Darülislamın çok büyük toprak parçalarını denetimine almış İngilizler, bir asır önce İslam’ın bir askeri ve dünya-politik güç olarak tarih sahnesindeki yerini sonlandırmanın ve fakat İslam düşmanı görünmemenin yolunu Türkofobi’de bulmuşlardı. İngilizlerin Osmanlı Türkleriyle ilişkilerinin tarih boyunca Türkofobik olduğunu kimse iddia edemez, öyle ki İngilizler Osmanlı diplomasisinin geleneksel dayanaklarından biriydi. Ama öyle anlaşılıyor ki içten yanmalı motorun icadı ve İngiliz dünya hakimiyetinin temeli olan İngiliz donanmasının da bu icat sonrası petrole dayanması, İslam’ın bir dünya-politik güç olarak kalmasına İngilizlerin tahammül edemeyeceği bir denklem yaratmıştı. Zira küresel güç oyununda enerjinin koşulsuz denetimi, bu metanın çok büyük bir rezervini kendisinde toplayan darülislamın bir bütün olarak tek bir siyasi güç altında bulunmamasını gerektiriyordu. İngilizlerin Osmanlı sonrası yeni dünya düzeni tasavvurunda Türklere reva görülecek toprak parçasının büyüklüğü-küçüklüğü meselesi müzakere edilebilirdi ama enerjinin kontrolü ve kuşkusuz bununla irtibatlı İslam’ın askeri ve dünya-politik bir güç olarak varlığına tahammül edilemezdi. Binaenaleyh İngilizlerin küresel hakimiyeti petrole ve İslamofobi’ye bağlı hale gelmişti, ama aynı zamanda İslam düşmanı görünmemesine de. İşte böyle bir denklemde neden Türk hilafetini müdafaa eden İngiliz diplomat ve sözlük yazarı Redhouse’un değil de Türk hilafetine karşı Arap hilafetini teşvik ve propaganda eden bir başka İngiliz diplomat Wilfred Blunt’un Türkofobik risalelerinin politik gerçeklik haline gelmiş olduğu anlaşılıyor.

Denklem oldukça basitti: İslam düşmanı görünmeyen bir İslamofobi. Öyle ki İslam’ın bir askeri ve dünya-politik güç olarak varlığı İngilizler açısından kabul edilemez bir şeyse bunun Müslümanlar tarafından kabul edilebilir kılınması Türkofobi’nin devreye sokulmasına bağlıydı. İngilizler İslamsız bir dünya düzenini Türkofobik bir geo-ideolojiyle işler kıldılar. İngilizler, klasik böl ve yönet stratejilerinin yeni bir biçimi olan Türkofobi kartını Resul-i Ekrem’in bir hadisi şerifini istismar etmek suretiyle devreye soktular. Türk hilafeti altında İslam’ın dünya-politik güç olmaktan çıkarılması, Mekke-i Mükerreme’nin ve Medine-i Münevvere’nin Türk halifesinin denetiminden çıkarılmasına ve nihayet Türk-Arap ilişkilerinin dinamitlenmesine bağlıydı. İngilizler için asıl mesele Türk hilafeti değildi, hilafetin bizatihi kendisiydi, zira Türk hilafeti sonrası onu ikame edecek bir hilafete de müsaade edilmedi, ama İslam’ın dünya-politik güç olarak tarih sahnesinden silinmesi kısa süreliğine hilafetin Kureyşiliği propagandasının yapılmasını icbar etmişti. Çünkü öncelikle Türk-Arap ilişkilerinin dinamitlenmesi, yani Türkofobik bir Arap kamuoyu yaratılması elzemdi. Bu anlamda çağdaş Arap tarihsel hafızasını inşa eden Arap resmi tarihlerinin Türkofobik niteliğinin İngilizlerin küresel hakimiyetinin bölgesel aracı olacak şekilde tasarlandığını görmemek için aynı anda hem Türkofobik hem de Arapfobik olmak gerekir.

Dönemin batılı gazete ve yazarlarının ilk millet meclisimizde yer alan vekillerin üzerine yemin ederek konuşmalarına başladığı Mısak-ı Milli haritasındaki sınırları gördüklerinde oldukça olumlu tepki vermeleri, bu haritadaki sınırları bile elde edememiş olmamız nedeniyle bugün bize anlaşılması zor gelebilir. Ama gerçekten de Misak-ı Milli haritası batı kamuoyunu ve karar alıcılarını tatmin etmese bile rahatlatan bir harita olmuştur. Çünkü harita, daha sonra gerçeklik haline gelecek birbiriyle bağlantılı iki ihtimali ima ediyordu. Birincisi Türk-Arap ilişkilerinin kaderiyle ilgili bir ima taşıyordu. Türk-Arap ilişkilerinin kaderi ise hilafetin, yani dünya-politik güç olarak İslam’ın geleceği ile ilgili bir ima taşıyordu. Misak-ı Milli haritası Mekke ve Medine’yi dışarda tutacak, Türk ve Kürtleri ise içerde tutacak şekilde tasarlanmıştı. İşte bu Misak-ı Milli haritasının Türk-Arap ilişkileri ile ilgili batılıları rahatlatan iması, artık Türklerin Araplardan ayrı bir gelecek tasavvur etmeleri değildi sadece, ancak Türk-Arap birlikteliği ile mümkün olabilecek İslam’ın dünya-politik güç vasfının ortadan kalkacak olmasıydı. Türklerin Araplarla yollarını ayırması, Arapların da hilafetin Kureyşiliği davasına düşerek Türkofobi’ye kapılması, İngilizlerin yeni küresel düzeninin bölgesel garantisini sağlamış oldu. Türk hilafetinin yokluğunda İslam, bir dünya-politik güç olmaktan çıkıyor, İngiltere’nin bölge siyasetine itiraz edecek bir merkez ve aynı zamanda küresel enerji siyaseti için de bir engel kalmamış oluyordu. Kısaca petrolün denetim altına alınmasıyla İslamofobi’nin iş birliği hikayesi, Türkofobi tarafından mümkün kılınmıştır ve ancak Türkofobi ile İngiliz bölge hakimiyeti inşa edilebilmiştir. Tekrar altını çizmek gerekirse bu iş birliği hikayesinin bilincine erişmişsek işte o zaman hem millet hem de sınıf bilincine giriş yapmışız demektir.

Türkofobi’nin Bekçisi Türkçülük

Millet ve sınıf bilincine erişmeyi İslamofobi’nin özünde Türkofobi olduğu bilincine erişmeye bağladık, peki bu bizi salim bir yere ulaştırıyor mu, yeterli bir bilinç hali mi bu? Elbette hayır, şayet bu bilinç bizi başka bilinçlere açmıyorsa eksik, faydasız, hatalı ve hatta zararlı bir farkındalığın ötesine geçememişiz demektir. Bizi daha öteye geçirecek ve salim bir yola ulaştıracak bilinç, Türkiye’de Türkofobi’nin bekçiliğinin bizzat Türkçülük tarafından üstlenilmiş olmasıdır (II). İşte ancak bunu fark ediş ve dile getirişle fincancı katırlarını ürkütecek, öfke ve nefreti üzerimize çekecek ve fakat dişe dokunan sahici bir yola girmiş olabiliriz. Türkçülük Türkofobiktir ve Türk ulusçuluğu Türkofobi’yi doğurmamış olsa bile onu besleyen, büyüten, bu sayede de İngiliz aklının organize etmiş olduğu dünya düzeninin bölgesel teminatı olarak işlev gören bir diğer araç olmuştur. Türkçülük Türkofobik ise, elbette Türkoloji de oryantalizmin bir çocuğu olmalıdır. Türkiye kurnaz tilkilerin halıyı ayağınızın altından kolaylıkla kaydırabildiği bir ülkedir. Öyle ki eşit yurttaşlık anlayışını ihdas etmesiyle sosyopolitik kimliği laikleştiren Tanzimat Fermanı, nasıl şeriatın restore edilmesi talebiyle başlıyorsa, Türkçülük de Türklüğün içinin boşaltılmasıyla vazifelendirilmiştir.

Nasıl olmuş da Türkçülük Türkofobi’nin beslendiği bir yatak olmuş, kimler kimlerle nasıl kafa kafaya vermiş de Türkçülük Türkofobi’ye dayalı dünya düzeninin teminatı haline gelmiştir? Türkçülüğün Türkofobi’ye dayalı bir dünya düzenini garantiye alması ancak Türklüğün içinin boşaltılmasıyla mümkün olabilirdi. Öyle ki Türkiye Cumhuriyeti devlet oluşumu tarihsel tecrübesi boyunca Türklüğün içi birkaç şekilde boşaltıldı ve bu sayede yabancılaşmaya karşı direnç konusunda dayanıksız, hatta yabancılaşmayı bizzat teşvik eden bir Türklük icat edildi. Türklük bir taraftan laisizmin ajanı haline getirilmek, öte yandan bunun doğal bir uzantısı olarak Mustafa Kemal’e tapınma anlamında kişi kültü tarafından gölgelenmek suretiyle sahih anlamını yitirdi. Bu saatten sonra ne kadar Türkleştiyseniz o kadar Türklükten çıkmış oldunuz, ne kadar Türklükten çıktıysanız o kadar Türkleştiniz.

Türklüğün laisizmin ajanı haline getirilmesi sürecinin bir boyutu millet bilincinin dayanağı olan tarihsel hafızanın mitolojiyle ikame edilmesiyse, diğer boyutu Türkçülükteki İslamofobik içeriğin Arapfobi ile hem beslenmesi hem de gizlenmesidir. İlk görev elbette Türklüğün bilinçli, yani hangi amaç etrafında bir araya gelinerek milletleşildiğini ifade eden ethos yerine bilinçsiz, tesadüfi, yani seküler birliktelik olarak ethnos bağlamında yeniden yazılmasını üstlenen Türkoloji’ye havale edildi. Acemi Türkoloji’nin mitolojisi ne kadar başarısız kalmış ve tutmamışsa, mitolojik kişi kültü inşası da o kadar başarıya ulaşmıştır. Türklüğün içinin boşaltılmasında Mustafa Kemal’e tapınmayı doktrinleştiren kişi kültü kadar etkili bir araç olmamıştır. Öyle ki kişi kültüne yer açmak için önce gevşetilmesi ve sıradanlaştırılması, ardından önemsiz hale getirilmesi ve nihayet gündemden düşürülmesi gereken şey peygamber sevgisiydi. Türkler için peygamber sevgisinin nitelik ve derecesi peygamberler de dahil bütün kişi kültü risklerine karşı en önemli tedbirdi. Resul-i Ekrem’i nasıl sevecekleri bilgisi Türklere en iyi öğretilen şeylerdendi. Peygamber sevgisinin niteliği ve nasıllığı bilgisi Türklerin muvahhitler olarak ayağını sabit tutan en önemli tedbirdi. Eğer bu sevginin yoğunluğu ve niteliği bütün kişi kültü risklerine karşı alınmış bir tedbirse, Resul-i Ekrem sevgisini bulanık hale getiren her niyet ve girişimin de kişi kültleri ve mitolojiye yer açmak için tedavüle sokulduğunu söyleyebiliriz. Kişi kültü, bu sayede Türklüğün içinin boşaltılmasının bir vasıtası olmuş, bu sayede yabancılaşmaya karşı dirençsiz bir Türklük inşa edilmiş, bu sayede ne kadar Türkleşildiyse o kadar batılılaşma macerasına girilebilmiş, nihayet bu sayede Türkleşerek Türklükten çıkma gibi şeytana pabucunu ters giydirecek bir cendereye düşülmüştür. Bu cenderenin yol haritasını tespit ve ifade etmek için millet ve sınıf bilinci dışında başka bir şeye ihtiyacımız yok.

Türklüğün laisizmin ajanı haline getirilmesinin ve böylelikle Türkçülüğün İngiliz aklının organize ettiği Türkofobik küresel düzenin bölgesel garantisi haline gelmesinin daha işlevsel geo-ideolojik aracı ise onda mündemiç olan Arapfobi’dir. Türkçülüğün Türkofobi’ye dayalı bir dünya düzenini garantiye alan tarafı, onda mündemiç olan ve kendisini Arapfobi isminde gizleyen İslamofobi’dir. Bir asır önce İngiliz aklı İslamsız bir dünya düzenini nasıl Türkofobi’ye dayalı olarak mümkün kılmışsa, İslamofobik bir Türkiye ise Arapfobik geo-ideoloji tarafından mümkün kılındı, başka bir ifadeyle Türkçülükteki İslamofobi, Arapfobi tarafından gizlendi. İngiliz aklı bu sayede Türkofobi’nin Türkiye’deki sorumluluğunu Türkçülüğe havale etmiş oldu. Bugün çok daha belirgin bir şekilde gözlemliyoruz ki Türkiye ile İslam’ın kaderini yeniden ortaklaştırmadan batı sonrası bir uluslararası düzene erişilemez, Türk-Arap ilişkilerini belli bir düzeyde düzene sokmadan Türkiye ile İslam’ın kaderini ortaklaştırma meselesi gerçekleştirilemez, Türkofobi ve Arapfobi’nin İslamofobi’nin İngiliz aklı tarafından organize edilmiş iki yüzü olduğu anlaşılmadan Türk-Arap mihveri inşa edilemez. Yaşasın Türk-Arap mihveri!

Nuh Uçgan

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu