Dr. Nuh UçganİctimâiyatTöreli Yazılar
Trend

Kimlerdensiniz: Muğlak Mülâhazakârlardan mı, Kötü Niyetli Kurnazlardan mı?

Nuh Uçgan

Annem beni dünyaya getirdiğinde ismimi koymayı köyün imamına havale etmiş, köyün imamı da bana bir peygamber ismi vermeyi uygun görmüş. Bunlar benim iradem dışında gerçekleşen hadiseler. Ancak bir peygamber mesleği olan ilim adamlığını kendi irademle seçtim. Dolayısıyla bu mesleğin bir gereği olarak sizi bazı şeylerden haberdar etmem gerek. Türkiye’de bir tercihte bulunmanın bedelini ödemeye gözü kesmediği için muğlak alanları siyasi-bürokratik var oluşları için yararlı görenler, safların netleşmesinden kendi paylarına endişe ediyorlar. Muğlak alanlarda esnekçe at koşturmayı konforlu buluyorlar. Böylelikle devran dönse de kendilerince konumlarını riske atmamış oluyor, hükümetler değişse de sırtlarını değişmeyen devlete yaslayarak garantici davranmış oluyorlar. Saflar netleştiğinde öyle veya böyle bir tercih yapmak zorunda kalarak hem Musa’ya hem de İsa’ya yaranmaya dayalı hesaplarının bozulmasından endişe ediyorlar. Halbuki Türkiye, siyasi rejim bakımdan geri döndürülemez bir sürece girdi ve böyle değişim dönemleri berraklık ister, öyle ki bu zamanlar hem Musa’ya hem de İsa’ya yaranmaya çalışırken hem Musa’nın hem de İsa’nın gözünden düşeceğiniz zamanlardır.

Türkiye’de insanların gemisini yürütmeye imkân tanıyan muğlak alanlardan belki de en önemlisini İslam’ın tanımlanması oluşturuyor. Çünkü Türkiye’de İslam’ı nasıl tanımladığınız eski rejimin direnç noktası olan laikliğe karşı nasıl pozisyon aldığınızla ilgilidir. Türkiye’de laikliğin tanımlanma biçimi İslam’ın tanımlanma biçiminden geçiyor. Türkiye’de açıktan veya örtük, İslam’ı tanımlamadan, İslam’ın sınırlarını çizmeden bir laiklik tanımlaması da yapılamaz. Kemalistler güçlerinin zirvesindeyken İslam’ın tasfiyesine odaklandıklarından tevilci muğlaklıkları hoş karşılamaz, laikliği İslam’la uzlaşmazlık üzerinden tanımlardı. Müslümanlar ise devletle irtibat kurmanın imkânsız göründüğü bu dönemlerde laikliği İslamî bakımdan tevil edilebilir kabul edecek şartlara sahip değildi. Muğlaklık Kemalistlerin güçlerinin zirvesinden inmeye başlaması, Müslümanların devlete sızma ihtimalinin ortaya çıkmasıyla belirginleşiyor. Bu süreçle beraber Müslümanlardan ve laiklerden bazıları ya laiklikle uzlaşabilir bir İslam tanımı ya da İslam’la uzlaşabilir bir laiklik tanımı yaparak muğlak alanlardan yararlanmayı günlerini kurtarmanın yolu olarak belirlediler.

Bunlardan İslam’la tevil edilebilir bir laiklik tanımı yapmaya çalışanlar, mesela güçlerinin zirvesinden inmeye başlayan Kemalistler, kendileri ile İslam arasındaki irtibatsızlık ilişkisi net ve fakat Müslümanları yönetilebilir kılmak bakımından devletle İslam’ın ilişkisini netleştirememiş olanlardır. İslam’ı sosyo-politik bir kimlik olarak kabul etmemekte ısrar eden, başka bir ifadeyle kendisini siyasi ve içtimaî bakımdan İslam’a ait hissetmeyen, ama Müslümanları yönetilebilir kılma gibi bir sorun nedeniyle İslam dışı kalmanın toplumsal ve siyasal bedelini ödeme cesaret ve hazırlığı olmadığı için kendisini Müslümanlığa nispet etmeye devam eden bu muğlak laikler, bir din olarak İslam ile bir ideoloji olarak siyasal İslam şeklinde bir ayrım icat ettiler. Bu icadın mucitlerine kötü niyetli laik kurnaz tilkiler diyebiliriz. İşte bu icadın tarihiyle laikliği İslamî açıdan tevil edilebilir kabul etmenin tarihi de çakışmaktadır. Muğlak laikler, “İslam ayrı, Siyasal İslam ayrı” hesabı yaparak yönetmek zorunda oldukları Müslümanlara iki şey söylemiş oluyorlardı. Birincisi “zannettiğiniz gibi İslam’la bir derdimiz yok, zira biz de kendimizi Müslüman görüyoruz” demeye getiriyor, ikincisi “derdimiz İslam’ı payanda kılarak rejimi tehdit eden Siyasal İslamî aktörlerle” iddiasında bulunuyorlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse gemisini yürütmek isteyen ve geminin ancak laiklikle uzlaşabilir bir İslam tanımıyla mümkün olduğuna ikna edilen muğlak mülâhazakâr Müslümanlar için kötü niyetli kurnazların bu ayrımı oldukça şirin ve belki de kullanışlı göründü. Bu şirinlik, yakın bir dönemde mütesettir Müslüman kadınların kamudaki varlığı ile ilgili hizmet alan-hizmet veren ayrımı yapıldığında da belirmişti. Ama biliyorsunuz, Müslümanlar köprünün altından çok sular akıtmaya muvaffak olabildiler.

Türkiye, siyasi rejim bakımdan geri döndürülemez bir sürece girdi ve küresel-tarihsel rolünü oynayabilmesinin şartlarını oluşturuyor. Amma velakin Türkiye’nin küresel-tarihsel rolünü oynayabilmesi, başka bir ifadeyle küresel tarihe yeniden müdahil olabilmesi, bu Ali Cengiz oyununun ve muğlaklığın sona ermesine, dolayısıyla safların netleşmesine bağlı. Safların netleşmesi için Müslüman mülâhazakârlığının ve kötü niyetli kurnaz tilkiliğin tarihinin ifşa edilmesi kaçınılmaz. Müslüman mülâhazakârlığının tarihi birçok şeyle beraber Kelamullah’ın hermenötiğiyle başlıyor. Öyle ki Kelamullah’ın hermenötiği İslam’ın tevil edilebilirlik seviyesinde sınırların sonuna kadar zorlanmasına imkân tanıyor. Çünkü Kelamullah söz konusu olduğunda hermenötik, anlam bulmanın ötesine geçip anlam verme faaliyetine kapı aralanması riskine karşı güvenilir bir tedbire sahip değil. Bu risk ne tür bir tehlike arz ediyor ve bunun mezkûr Ali Cengiz oyununun ifşasıyla ne ilgisi var diye soruyorsanız, biraz sabır talep ediyorum. Kelamullah hermenötikçilerinin en yaygın başvurduğu sloganı hatırlayalım: Kuran anlaşılmak için gönderildi. Kelamullah hermenötikçileri bu vurguyla Kuran ile ilişkimizdeki hedef faaliyetin onu anlamak olduğunu propaganda ettiler, ediyorlar. Peki anlama faaliyetinin temel unsurları nedir? Hermenötikçiler üç unsurdan bahsediyor. Anlaşılması gereken hitap, anlatan özne muhâtib, hitabın kendisine yöneldiği ve hitabı anlaması beklenen muhâtab. Hedef faaliyetin anlamak olduğu Kelamullah hermenötiğindeki en ciddi risk, anlam bulmanın yerini anlam vermenin almasıdır. Bu riski doğuran en önemli süreç ise hedef faaliyetin anlamak olması nedeniyle muhâtab ile muhâtibi eşitlemesidir. Bu eşitlik başka metinlerde sorun çıkarmaz belki, ama söz konusu Kelamullah ise bu eşitlenmenin ne tür sonuçlar üreteceğini ifade etmeye gerek yok sanırım. Böyle bir riski, yani muhâtab ile muhâtibin eşitlenmesi tehlikesini ve dolayısıyla anlam bulma yerine anlam verme hatasına düşülmesini engelleyecek şey, Kelamullah’la ilişkimizdeki hedef faaliyetin anlamak değil, yine Kuran’ın vecizesiyle işitmek ve itaat etmek şeklinde tashih edilmesidir. Hitapla ilişkimizde hedef faaliyetin anlamak yerine işitmek ve itaat etmek olması arasındaki temel fark muhâtible kurduğumuz ilişkinin niteliğindedir. Bu durumda hitaba hangi yasağı, hangi emri, hangi vaadi ve vaidi, ibret alacağımız hangi haberi duyacağımız ve duyar duymaz itaat ve iman edeceğimiz psikolojisiyle kulak veririz. Hem muhâtibin Cenab-ı Allah olduğu bilincini canlı tutarız hem de muhâtibin hitabındaki anlamın peşine düşeriz. Öbür türlü Kelamullah hermenötikçilerinin düştüğü tehlike gibi ona günümüze, çağdaş ve trend değer ve anlayışlara en uygunu ne ise bu anlamı vermeye çalışabiliriz. Bu, İslam’ın tevil edilebilirlik sınırlarının meşru görülemeyecek şekilde zorlanmasına kapı aralayacak bir faaliyettir.

Hermenötiğin Müslüman mülâhazakârlığıyla irtibatı, İslam’ın tevil edilebilirlik seviyesinde sınırsız bir alan açmasıyla ilgiliymiş, bunu anladık. Peki somut olarak bu muğlak mülâhazakârlığın patikasını, laiklikle tevil edilebilir bir İslam tanımlaması bakımından nasıl takip edebiliriz? Nâsih ve mensuh meselesinin bunu takip edebileceğimiz verimli bir alan olduğunu zannediyorum. Neredeyse sistematik olarak Kelamullah hermenötikçisi modernist tefsir uzmanlarının -elbette bunların modern çağa ait olmayan referansları da vardır- sorguladıkları hususlardan birisini de nâsih ve mensuh meselesi oluşturuyor. Meselenin teknik ayrıntısına girecek değilim, gerekli de değil. Ancak bu meselenin neredeyse sistematik olarak Kelamullah hermenötikçisi modernist tefsir uzmanları tarafından yapı bozuma uğratılmaya çalışılmasında ilk bakışta görmenin zor olduğu ama bakmasını bilenin gözünden kaçmayacak siyasi bir amaç var. Bendeniz kendi ilmî saham hesabına nâsih ve mensuh meselesindeki siyasi emelin mülâhazakâr Müslümanların laiklikle tevil edilebilir bir İslam tanımı için uygun zemin yaratma arayışı olduğunu düşünüyorum. Laiklik, bir sosyal düzenleyici kavram olarak devlet-toplum ilişkilerinin organize edilmesiyle, dolayısıyla doğrudan sosyo-politik kimlik konusuyla ilgilidir. Peki sosyo-politik kimlik derken neyi kastediyoruz? Devlet, yani kanunlar ne tür bir vatandaşlık kimliği tanımlıyor? Dinine, diline, kökenine bakılmaksızın tüm uyrukların eşit vatandaş sayıldığı bir modern-ulusal yurttaşlık mı? Yoksa tarihsel hâkim millet anlayışına dayalı bir vatandaşlıktan mı bahsediyoruz? Kendini kim olarak tanımlıyorsun, Ümmet-i Muhammed’in bir ferdi ve hâkim Türk milletinin bir unsuru olarak mı yoksa modern bir ulusun parçası olarak mı? İşte bu sosyo-politik kimlik konusunda Kelamullah hermenötikçilerinin yapı bozuma uğratmaya çalıştığı nâsihin Medine, mensuhun ise Mekke olduğunu görebilirsek zihnimiz daha da berraklaşacak ve buradaki hinliği ifşa etmiş olabileceğiz. Nâsih ve mensuhun reddedilmesiyle aslında ne reddedilmiş oluyor ve bunu tespit ederek neyi İfşa etmiş oluyoruz? Görmemiz gereken şey nâsih ve mensuhun reddedilmesiyle aslında reddedilenin Hicret sonrası Medine’nin Mekke’yi nesh etmiş olmasıdır. Daha açık bir ifadeyle nâsih ve mensuh reddedilmekle sosyo-politik kimlik bağlamında Medine’nin, Müslümanlığın bir millet hüviyeti kazanmış olduğu seviyenin, İslam’ın siyasi ve toplumsal bir düzene kavuştuğu sistemin, Mekke’yi, yani Kureyş sosyo-politik düzeni içinde yaşama serbestliğini nesh etmiş olduğu reddedilmektedir. Nâsih ve mensuhun reddedilmesi demek “İslam ayrı, Siyasal İslam ayrı” hinliğine zemin hazırlamak demektir. Sosyo-politik kimlik ve mekân olarak veya millet olma ve vatan haline gelme süreçlerinin tamamlandığı seviye olarak Medine’nin nâsih olması demek, artık bu seviyeden geri dönüş olmadığının bir siyasi fıkıh olarak yerleşmesi demektir. Müslümanlar artık ancak bir millet halinde ve ancak darülislam içinde yaşama iznine sahipler. Şunu çok iyi biliyoruz ki bir vatan ve millet kurucu eylem olarak Hicret sonrası Resul-i Ekrem, Müslümanlardan Medine’ye hicret üzerine beyat alırdı. Yani Müslümanlığa girerek elde edilecek koruma, İslam’ın hür bir şekilde yaşanma garantisi verilebileceği bir mekânda bulunmaya bağlanmıştı. Müslümanlığın hür bir şekilde yaşanabilmesi bağımsız bir vatana sahip olabilmeye bağlanmıştı. Bağımsız bir vatanda Müslümanların hürriyet sahibi olabilmesi İslam’ın sosyo-politik bir kimlik olarak kurulmuş olmasına bağlanmıştı. Tekrar etmek gerekirse, Medine’nin, yani siyasallığın ve toplumsallığın Mekke’yi, yani azınlık statüsünde olma veya hâkim statüde bulunmamayı neshetmiş olduğunun sorgulamaya ve pazarlığa açık hale getirilmesi, “İslam ayrı, Siyasal İslam ayrı” kurnazlığına dayanmaktadır.

Kelamullah hermenötikçiliğinin Müslüman mülâhazakârlığı için açtığı bu yola kötü niyetli kurnaz tilkilerin yolları eşlik etti. Laiklik, devlet-toplum ilişkilerinin organize edilmesiyle ilgili bir kavram ve bu da sosyo-politik kimlikle doğrudan bağlantılı olduğuna göre kötü niyetli kurnaz tilkiliğin tarihini, “İslam ayrı Siyasal İslam ayrı” hinliğine takaddüm eden imparatorluğu kurtarma ideolojilerinin tasnif edilme anlatısına bakarak ifşa edebiliriz. Miladi 19. asrın son çeyreğinde imparatorluğu kurtarma ve bir bütün halinde tutma ideolojilerini/fikirlerini tasnif etmenin galat-ı meşhur kuralı haline gelmiş bir yaklaşım söz konusu. Galat-ı meşhur, bu fikirlerin Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük şeklinde tasnif edilmesine dayanıyor. Yaygın anlatıyı biliyoruz: Bir varmış, bir yokmuş… İmparatorluğun Hristiyan unsuru ayrılıkçılık hareketini başlattığında Osmanlıcılıkla, yani dinleri fark etmeksizin Osmanlı eşit yurttaşlığı ile bu unsurun sadakati yeniden temin edilebilecekmiş. Ancak Hristiyan unsurun bağımsızlık hareketlerine engel olunamamış. Diğer taraftan imparatorluğun Müslüman Arap unsuru da ayrılıkçılık faaliyetlerine başlayanlar arasına katılmış. Tarih kitapları bu vakaya Arap Uyanışı ismini uygun bulmuşlar, yeni Arap devletlerinin tarih kurguları da söz konusu vakayı benzer şekilde tanımlamışlar. Türklerin, imparatorluklarını bir bütün halinde tutmak gayesiyle bu vakaya karşı geliştirdikleri yeni tedbir ise Müslüman Arapların sadakatlerini teminat altına almak için İslamcılık, İslam kardeşliği, ümmet bilincini devreye sokmak olmuş. Gel gör ki Müslüman Araplar çoktan Türk hilafetine yabancılaştı(rıldı)klarından ikna edilmeleri pek mümkün olmamış. Bu durumda sosyo-politik kimlik anlamında geriye son çare olarak ulusçuluk kalıyormuş. İşte bu resmî masal, ulusçuluğu hem başvurulan son çare olarak hem de başarısı tartışılmaz bir fikir olarak tarif etmiştir. Daha ne hinlikler…

Bu tasnifte bir hinlik olduğunu anlamamak için millet olma şuurunu yitirmiş olmak gerekli. Maalesef Türkiye ahalisi uzun zamandır bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının tercihleri sebebiyle millet olma vasfı gösteremiyor. Nedir buradaki hinlikler? Yukarıda millet ve vatan kurucu bir eylem olarak Hicretle beraber Medine’nin nâsih olduğunu belirtmiştik. Medine bir taraftan tek geçerli sözün Müslümanların sözü olduğu hâkim millet anlayışına dayalı bir düzeni, diğer taraftan ise böyle bir düzen içinde türdeş olmayan bir toplumu İslam’ın yönetebilme kapasitesini gösteriyordu. Yani türdeş olmayan bir toplumu yönetmek için eşit yurttaşlık anlayışının bir zorunluluk olmadığını gösteriyordu. Zira Medine hiçbir şekilde eşit yurttaşlık anlayışına dayalı bir devlet-toplum ilişkilerine dayanmıyordu. Medine, Müslümanların mutlak hâkim ve üstünlüğü anlayışına, bununla beraber ve bunun sayesinde türdeş olmayan bir toplumu yönetebilme araçlarına dayanıyordu. Bu durum türdeş olmayan bir toplumu yönetmenin zorunlu koşulunun laiklik olduğunun bir safsatadan ibaret olduğunu gösterir. Medine’nin nâsih oluşunu sorgularcasına yukarıdaki galat-ı meşhur tasnif, bu safsataya İslamcılığı diğer ideolojilerden bir ideoloji derekesine indirerek kapı aralıyor. Şayet İslamcılık diğerleri gibi herhangi bir ideoloji olarak anlaşılabilirse o zaman “İslam ayrı Siyasal İslam ayrı” varsayımında bulunmak da mümkün olabilirdi. İslamcılığı ideolojilerden bir ideoloji kılmak “İslam ayrı Siyasal İslam ayrı” varsayımına kapı aralamışsa artık zemin sosyo-politik kimliğin yeniden tanımlamasının laikliğe emanet edilmeye de hazır hale getirilmiş demektir. Bu zincirleme sapma, ancak Hicret öncesi siyasal şartlara dönülmesinde İslamî bakımdan bir yanlışlık olmadığı muğlak mülâhazakârlığı sayesinde mümkün olabilirdi. Bu zincirleme kazaya ancak Medine’nin Mekke’yi neshetmiş olduğu gerçeğinin ilga edilmesiyle uğranabilirdi. Bu ilga sayesinde Müslümanlığın ancak bir millet ve vatan halinde, siyasal bir sistem ve bir toplum düzeni şeklinde yaşanabileceği, bir sosyo-politik kimlik bağlamında var olabileceği de inkâr edilmiş oldu.

Yukarıdaki resmî masalın gözümüzden kaçırdığı bir hinlik daha var. Bu masal, peki ulusçuluk tuttu mu sorusunu gündeme getirmeyi imkânsız kılıyor. Bu masal, sınıfta bırakılan diğer fikirler gibi ulusçuluğa da bir karne tertip etmeyi kimsenin aklına getirmiyor. Akla getirse bile geçer karne vermeyi ideolojik bir zorunluluk haline getiriyor. Laik ulusçuluk olarak Kemalizm’in bir millet yaratma başarısı göstermiş olduğu tespitini hem resmî hem de ilmî bir genel kabul haline getiriyor. Kemalist ulus inşasını, Orta Doğu’nun başarısız ulus inşası çölünde adeta bir başarı vahası olarak sunuyor. Ulus inşalarının Osmanlı bakiyesi İslam topraklarında bir kural olarak fiyaskoyla sonuçlanmasına rağmen, bu bakiyenin ana merkezinde nasıl başarılı olabildiği sorusunu devre dışı bırakıyor. Çünkü masal öyle kurgulanmış, öyle tasarlanmış ki hem laik ulusçuluk olarak Kemalizm’in milleti imha ettiğinin hem de Cumhuriyetin kurucu kadrolarının millet varlığı aleyhine tüm tercihlerine rağmen Türkiye’yi var ve başarılı kılanın tarihsel din ü devlet mülk i millet itikadı olduğu gerçeğinin üzerini örtüyor. Milleti imha etmek suretiyle ulus inşa ettiği iddiasında ancak kötü niyetli kurnaz tilkiler bulunabilirdi. Bu kurnazlıklarına da ancak “ümmetten bir millet yarattık” sloganıyla müşteri bulabilirlerdi. Ümmet-i Muhammed’in parçası olmaktan çıkıldığında nasıl millet kalınacağını sorarak, bu slogana karşı çıkarak ve Türk milletinin bölünmesine itiraz ederek siyasi-toplumsal disiplini bozanlar ise ancak asker sopasıyla terbiye edilebilirdi. Gerçekten de Türkiye siyasi-toplumsal disiplinini sağlama başarısı göstermiş bir ülkedir ama bu, ya din ü devlet mülk i millet itikadına ya da asker sopasına dayanmıştır, laik ulus inşası başarısına değil.

Öyle ki siyasi – toplumsal disiplin için hiçbir şekilde laikliğe lüzum yoktu, çünkü disiplini ancak millet olmak sağlayabilirdi. Eğer milletseniz laikliğe lüzum hissetmez, dolayısıyla devlet-toplum ilişkilerinde böyle bir şeyi söz konusu dahi etmezsiniz. Ama laiklik sizin için vazgeçilmez ise o zaman milleti kadük hale getirmeyi bizzat üstlenmelisiniz. Peki bir millet vasfı gösteren Türklerin vatanında devlet-toplum ilişkilerini organize etmek için laiklik lüzumlu değildiyse neden bazıları için vazgeçilmez hale geldi, neden “ümmetten bir millet yaratmak” zorunda hissettiler? Çünkü laiklik, Müslümanları siyasi ve bürokratik mevkilerden uzak tutmak ve Müslümanlar lehine ekonomik-sınıfsal akışkanlığın önünü tıkamak için kullanılması gereken bir sopaydı. Bunun için kurnaz tilkiler “İslam ayrı, Siyasal İslam ayrı” hinliğine başvurarak İslam’la bir derdimiz yok diyebildiler de Siyasal İslam’la bir derdimiz yok diyemediler.

Nihayet bu yazıyı tüm bu hinliklere karşı Müslümanların tutması gereken yolu haber vermekle tamamlayalım. Kelamullah hermenötikçiliğinin Müslüman mülâhazakârlığı için açtığı ve kötü niyetli kurnaz tilkilerin eşlik ettiği bu yola karşı töreli Müslümanlar olarak Medine’nin nâsih oluşu fikrini diri tutmalıyız. Müslümanlığın itikadi olmaktan önce siyasi-psikolojik bir duruş, yani öncelikli olarak siyasi ve içtimaî bakımdan İslam’a ait hissetmek olduğunun bilincinde olmalıyız. İslam’ı her şeyden önce sosyo-politik bir kimlik olarak kabul etmeliyiz. İslam’ın siyasal bir mensubiyet, bir toplum düzeni ve kolektif bir bütünlük olduğunun altını kalınca çizmeliyiz. İslamcılığın ideolojilerden herhangi bir ideoloji şeklinde anlaşılmasına kapı aralayan “İslam ayrı, Siyasal İslam ayrı” ikiliğine karşı çıkmalıyız. Tüm bunlara millet ve sınıf bilinci demekte bir sakınca yok ve Müslümanların her şeyden önce millet ve sınıf bilicine ihtiyaçları var.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu