Bu yazı, görkemli bir bozgun tablosunun sürrealist betimlemesidir.
Hakikati seçme ihtiyarı elinden alınmış kalabalıkların tercihi, varsayımlar mağarasının gölgelerine karıştığından beri, bütün renkler solgun paletimde. Ne mavinin albenisi ne beyazın masumiyeti cezbediyor beni. Kolektif bir gölge imparatorluğuna göz kırpan teslimiyetim, Hızır’ın bengisu kılçığına muhtaçtır şimdi…
Sahi ruhu diriliş makamında tutmanın yolu nedir? Savrulup gitmemek için ne yapmalı?
Hâlâ kendimize soru sorma cesaretimiz varsa çare de vardır. Zira zamanın savurduğu insan kalabalıklarının yitirdiği ilk şey “kendine soru sorma cesaretidir.”
Fıtrî ve güzel olana tuzak kuruldu…
Huzurun anahtarını kaybetmiş bedbaht bir çağın anlamsız özneleriyiz ne yazık ki. Paramparça olmuş hayat aynasının keskin kırıkları içinde kırgınlıklarını arayan zavallı biz! Yüzsüzlüğümüzün görünmeyen tarafına tutulan ışığın cılız titreşimlerinde bulduğumuz sahte avuntunun hiçbir şeyi örtmediği aşikâr… Sahne ve rol gereği dudak kıvrımlarına istif edilmiş yapmacık tebessümlerin gerçekte bir çığlık olduğunu gecenin en karasından öğrendim… Aynalar, ruhların intihar geçidine şahit canlı birer tablo şimdilerde.
Besmelesiz bakılmıyor aynalara…
Zamanın kalbinde bir yelkovan çabukluğuyla geçen hayata inatla direnen akrebi seçme imtiyazı bize ait olmadıkça faniyiz. Bilgece bir isyan ahlakıyla kuşanmak gerek bugün! Zira alıştırıldığımız her şey, ruhumuzu körleştirmeye ve köleleştirmeye devam etmektedir. Öyle ki bizi içten içe kemiren hakikatin sesini bastırmak için sahte saatlere sığınıyoruz. Gün yirmi dört saat ve tükeniyor zaman solgun bir tül manzarasında…
Bize ait olmayan gündelik kaygılar peşinde koşarken yoruluyor kalbimiz. Kurgusu ve montajı çok önceden yapılmış bu hayat filminde her şey sentetik bir kolaycılığa ve plastik bir yapaylığa terfi etti. Sanal alemde bütün kâinatı kurtaran kahramanlar, kendini siğaya çekme cesaretinden yoksunlar. Bugün hakikatin ne olduğunu bilmeyen, aşkın fenomenlerin künhüne varamayanalar saatlerce yüksek perdeden vaaz edebiliyorlar. Hazindir ki kendi boşluğunu aydınlatamayan, ruhunun karanlık sokaklarına cılız bir mum dahi olmayan bu kimseler “fenomen” diye kabul ediliyor: heyhat!
Düşünce üretemeyen, kalıp sözlerle hayatını idame eden edilgenlerin sarkacına tutunmuş zavallılarız… Yaşadığımız hayatın resmini gösteren yüz çizgelerimizi, türlü fondötenlerle kapatabilmeyi başarsak da ruh kırışığını, kalp kirini giderecek cilayı bulma konusunda aciziz. “İnsan olma” inkılabını ıskaladığımızda sonsuz bir körlükle imtihan ediliriz. Bu durumda ne Yusuf’un gömleği işe yarar ne yed-i beyza!… Palyatif hazlar için verdiğimiz ödünler sonucu düştüğümüz kuyu, hiçliğimizi pekiştirirken sormuyor halimizi… Kimiz, neyiz, neciyiz? Üstelik hayırlı bir rüya da görmüyoruz.
Her rüya bir bozgundur artık!
Çürümüş bir hayal üzerine dikilmiş fidan çınar olsa ne çıkar… Varlık nedenini sorgulamadıkça ne Osman’a yorumlanır bu ne Edebali’ye… Kalbin salasına okunan Fatiha’dan sonra akla verilen bir kuruş sadakanın hükmü nedir ki? Gönül mabedine özenle yerleştirdiğimiz “heykelleri” devirmedikçe İbrahim olma imkânı var mıdır? İçimiz, dışımız konfor putunun kaprisleriyle dolu!
Her cümlemiz, çelişkinin en absürt haline misaldir artık!
Miadını doldurmuş sunaklarda konfora ve boş inanca verdiğimiz kurbanın aslında kendimiz olduğunu ne zaman fark edeceğiz? Bundan daha korkunç bir çelişki olabilir mi? Hangi yazgıyla açıklanabilir çaresizliğimiz? Utancımızı saklamak için yaptığımız bütün hokkabazlıklar, ucuz ve basit bir numaradan öteye geçmiyor. Aşina yüzlerden kaçış ihtiyacı, “trend”lerin zirvesi!
Kendi gölgesiyle çatışan modern insanın bilmem kaç perdelik komedisi hangi gülünçlükle bitecek kim bilir? Sahne ışıkları, maskeler ve makyaj silindiğinde geriye ne kalacak? Bir mermer soğukluğu mu, öteye ait namütenahi bir tebessüm mü?
Tahrif edilmiş tariflerin kıyısında kalbimi susturmanın ne denli zor olduğunu gördüm ve sustum… Bağımlılık aşılanan ruhumuz, zaaflar prangasına mecbur şimdi… Kendini fethedememiş hiçbir faninin fatih olma imkânı yoktur.
Hakikate ram olan çileye müptela olur. Aslî olana rücu etmedikçe belli ki savrulacağız…
(Ay Vakti, Sayı:204 Haziran)