DilEdebiyâtTöreli Yazılar

21. Asırda Bir “Yiğitbaşı”: D. Mehmet Doğan Ağabey

-Orhan ALİMOĞLU-

21. Asırda Bir “Yiğitbaşı”: D. Mehmet Doğan Ağabey

Orhan ALİMOĞLU

“Yiğitbaşı” unvanı 16. yy. ariflerinden Manisa’da medfun Ahmed Şemseddin Marmaravî hazretlerine ait. Çok zevk ve şevk veren bir sıfat veya unvan. Kendileri divan sahibi Elmalılı Vahib Ümmi hazretlerinin üstadı, mürşididir.

Demek ki, her asırda yiğitbaşıları bulunuyor. 2024 yılında dârı bekâya teşrif eden D. Mehmet Doğan Ağabeye de Yiğitbaşı unvanı çok yakışır. Bu sıfatı hakkıyla ihraz etmiş bir zâtı şerif kendisi.

Mehmet Doğan Ağabeyle 1986-87 yıllarında Nevşehir Avanos Kaymakamı iken tanışmışız. O zaman o da TRT adına programlar yapıyor, senaryolar yazıyormuş. Son Sakarya seyahatinde yapılan bir programda, tanışmamız ve devam eden dostluklardan iltifatkarâne kürsüde bahsetmiş, biz de biraz mahcup olmuştuk. Biz okumayı, o hem okumayı hem de yazmayı ciddi iş kabul ettiğimizden kendisinin yazıp yayınladıklarını taşradan takibe devam ettik.

Bazı insanlar vardır, ne yazsa okunmaya değer. Mehmet Ağabey o sınıftan bir insandı. Nitekim Yazarlar Birliği ve Yazar Yayınevini kurmuştu. Oradan çıkan, özellikle o emsalsiz ve ölümsüz eseri Büyük Türkçe Sözlük’ten temine ve okumaya istekli ama kitap lügat almaya gücü yetmeyen birçok muallim ve talebeye hediye etmiştik.

Mehmet Ağabey milli değerlerimizin, dilimizin, dinimizin edebiyatımızın, hasılı milli irfanımızın yalınkılıç muhafızlarındandı. Onun için okuyor, yazıyor ve anlatıyordu. Uzun süre yazdığı Karar Gazetesi ve tyb.org köşesindeki birçok yazısını muhafaza etmişiz. Çünkü onun yazıları asırlarca yaşayacak yazılardı. Şimdi onları gözden geçirince bazı yazılarından iktibaslar yaparsak, parçalar da öğretici olur, hepsi de bütünlük arzeder kanaatine vardık. Ayrıca bu yazıları okuyamayanlar da bulup okuma-okutma fırsatı bulur diye düşündük. Lisanımızın çok fakirleştiği, ahenginin, zevkinin manasının epey azaldığı günümüzde bu makalelerin zevkle okunacak metinler numunesi olacağı şüphesizdir.

***

Şimdi yazıların künyesini verip, gerisini de okutacak bazı kısımlar naklediyoruz:

1- Karar Gaz. 03.12.2018 – “Öz evlat: Kariyer!” 

Modernizm kadınları evin, ailenin -yani toplumun- merkezi olmaktan çıkardı. Hatta evinden çıkardı, ailesinden soyutladı; bu süreçte annelik temel bir değer olmak vasfını kaybetti. Cennetin ayaklarının altında olduğu anneler artık gerilerde kaldı, desek yeri var. Hâlâ böyleleri var mıdır? Elbette hiç yok değildir, fakat umumen öyle olduğunu söylemek mümkün değil. Her halde onlar şu ilahî emre uydular: “Ve evlerinizde oturun ve ilk câhiliyet devrinde olduğu gibi sokaklara çıkmayın ve namaz kılın ve zekât verin ve itâat edin Allah’a ve Peygamberine…” (Ahzab, 33)

Modern zamanlarda kadın fıtratının dışına zorlandı, cinsî objeliği öne çıkarıldı. Mahremin sergilenmesi, kapitalizmin ticarî başarısı için şart; ki o yüzden araba lastiği reklamında olduğu gibi silah reklamında da kadın kullanılıyor. Bir şartla: Giyinme oranı düşük olacak!

Evlenmek, anne olmak, son zamanlarda bizde de değer olmak niteliğini kaybetmeye başladı. Bir şekilde evlenenler de evliliği sürdürmekte sebatkâr değiller. Boşanma oranlarındaki hızlı yükseliş bizi nasıl bir geleceğin beklediğini gösteriyor.

Evlenenlerin çocuğa bakışı da değişti. Öğrencilik yıllarımızda bütün sıra arkadaşlarımız 4, 5 veya daha fazla çocuktan biri olarak bizimleydi. Şimdi saymayı en alt seviyeye düşürdük. Bir bilemediniz iki; Cumhurbaşkanı “üç” dediğinde, bazı feminist ve güya solcular itiraz ediyor. Esasen, itiraz etmez görünenler, hatta alkışlayanlar da farklı bir konumda bulunmuyor.

Kadınların çalışma alanından çekilmesi yönünde bir fikri savunmuyoruz. Hayatın akışını aksatacak, gayri tabiiyi tabiî, olağandışını olağan olarak görmeye kadar varacak sonuçların ortaya çıkmasının nelere yol açabileceğini düşünmemiz gerektiğini söylüyoruz.

Ev, aile, eş, çocuk… Bunlar yerli yerine oturtulmadan, hakları teslim edilmeden ne iş hayatı, ne kariyer yüceltilecek, bel bağlanacak şeyler olamaz.

2- Karar Gaz. 24.07.2019 – “Toprak verimsizleşiyor göç zamanı!” 

Süleyman Ârif Emre, cumhuriyeti doğru eksene yerleştirmeye çalışan, yani yönetimi gerçekten halklaştırmak isteyen siyaset akımındandı. Hangi partide olursa olsun, fikri zikri, istikameti belli bir siyasetçi olarak uzun süre milletvekiliği ve bakanlık yaptı. Galiba en yaşlı üye olarak geçici bir Meclis başkanlığı da var. Nesli tükenmiş bir siyasetçi kuşağının mensubu olarak, bir asra yaklaşan ömrünü tamamladı, Allah rahmet etsin.

Süleyman Ârif Emre nesli siyasetçiler, edebiyatla, fikirle, sanatla iç içe idi. Kültür hamuleleri zengindi. Bu konularda konuşmaktan imtina etmez, vücut bulduğu zemini başarıya ulaştıktan sonra önemsiz görmezdi. Şiir yazar, edebiyatçılarla düşer kalkar, hatta daha ötesi fikir mücadelesinin belâlı isimleri olan Osman Yüksel Serdengeçti’nin, Necip Fazıl’ın avukatlığını yapar ve bila ücret yapar…

Onun avukatlığa başlaması nasıl bir iddia sonucu değilse, siyasete atılması da şartların sevkiyledir. Siyasetin bazıları için hizmet mesleği olduğu zamanlar; yani bir zamanlar!

Osman Yüksel, namı diğer “Serdengeçti” ile ahbap olan Süleyman Bey, avukatlığa başlama fikrini ona açtığında, olumlu bir karşılık bulmaz. Bu dürüst ve mahcup gencin başarısızlığından korkmaktadır Osman Yüksel. Ârif Emre’nin cevabı yeterince açıklayıcıdır: “Sırf sizin dâvaları takip etsem, hiç boş kalmam!”

Osman Yüksel Serdengeçti’nin hayatı mahkemesiz, mahpussuz geçmemiştir. Avukatlık Ârif Emre’yi siyasete sürükler âdeta. Şunu söyleyebiliriz: Onun için ne avukatlık ne siyaset meslek olmuştur!

Süleyman Ârif Emre ile zaman zaman telefonlaşırdık. Serdengeçti ile ve Necip Fazıl’la olduğu kadar, Nureddin Topçu ile de ilgiliydi. Topçu ile ilgili yazılarımız bu konuşmaların esasını teşkil ederdi. Bir dönemin şahidi, siyaset adamlığı yanında şairliği de elden bırakmayan Süleyman Ârif Emre’ye tekrar rahmetler diliyorum.

3- Karar Gaz. 26.09.2019 – “Çocuklar Türkçeyi anlayamıyormuş…”

Üzücü, hem de çok üzücü bir durum değil mi?

Asıl üzücü, yakıcı ve hatta kahredici olanı olanı söyleyelim:

Bu şartlarda anlamalarını beklemek! Çocuklara ne verdik ki ne bekliyoruz?

Aile çocuktan dilini iyi bilmesini istiyor mu?

Eğitim sistemi çocuktan mükemmel Türkçe öğrenmesini istiyor mu?

Üniversite gençlerden Türkçe başarısı bekliyor mu?

Bu sorulara gerçekten “evet” diyebiliyor muyuz?

4- Karar Gaz. 31.08.2020 – “Bülbül”ün öztürkçesi ne?

Bülbül zaten türkçe değil miydi?

Bir zamanlar her kelimemizden şüphe ettik. “Öz”dü üveydi, arapçaydı, farsçaydı, yabancıydı… dedik.

Bu esasen kendimizden şüphe etmekti. Yûnus’dan, Sinan Paşa’dan, Fuzulî’den, Bâkî’den, Nabî’den, Karacoğlan’dan, Evliya Çelebi’den, Nedim’den, Galib’den, Âkif’den, Ömer Seyfeddin’den, Yahya Kemal’den… şüphe etmemiz demekti.

Onlar bizimdi, onların kelimeleri bizim kelimelerimizdi. Fakat bundan şüphe edenler vardı. Zihin karıştırıcı bir işe giriştik. 1934’te Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi diye bir kitap hazırlandı, şüpheli kelimeler orada toplandı ve karşılıkları yazıldı. “Dilci”ler hâkim oldu, kelimeleri mahkeme edecekler, yabancı olanlara ölüm cezası verecekler!

İşte “bülbül”ün “öztürkçe”leri: Böberdek, bübürdek, keleçek, ötlüğen, kujulak, sandıkaç, sandugaç, sandulaç, sanduvaç, sındıraç, sunduvaç.

5- Karar Gaz. 16.09.2019 – “Yunus Emre’nin izinde” 

Bu ismi, bugünkü gibi kısa hecelerle ve kalın söylemezdik eskiden. İlk hece uzun ve son hece ince, yani: Yûnûs! Bizim odunsuluğumuz yanında, atalarımızın inceliğine bakar mısınız?

Yunus Emre’yi zâhiren bilmeyen yoktur, merak eden çoktur, gerçek mânasıyla bilen ve hele anlayan pek yoktur! Bilenlere, anlayanlara selâm olsun!

Biz her şeye rağmen merak edenlerdeniz. Ne zaman karadan Bursa yoluna düşsek, İzmir’e gitsek, Isparta’ya, Burdur’a, Antalya’ya yönelsek… Sivrihisar’a yaklaşırken “Yunus Emre” okunu görürüz. Bu ok bizi Yunus Emre’nin kabrine, köyüne davet eder.

6- Yeni Akit Gaz. 18.12.2013 – “Ünlü futbolcunun en büyük golü!” 

Meğer, süper ligin en çok gol atan oyuncusu o imiş. O kim? O bir hücum oyuncusu (forvet)! İşi gol atmak. Bunu da hakkıyla yapmış. Milli Takım’ın en çok gol atan futbolcusu da oymuş. Sakaryaspor’da başladığı futbol hayatı, Bursaspor ve Galatasaray’dan sonra yurt dışında bir süre devam ediyor. Sonra tekrar Galatasaray. Arada yine yurtdışı ve en son yine Galatasaray…

Eski ayları kırpıp yıldız yaparlar ya, eski spor yıldızlarını da maç yorumcusu yapıyorlar! O da yorumcu olmuş!  Sonra da siyasetçi!

Türkiye’de siyasetçi olmak için bir birikim gerekmiyor. Lider size dokunduğunda siyasetçi oluveriyorsunuz.  O da öyle olmuş!  Siyasetde ne yaptı peki?

2011’den bu yana onun Meclis’te yaptıklarını “incir çekirdeğini doldurmaz” deyimi ile ifade edebiliriz. Ne sözlü veya yazılı önergesi var, ne kanun teklifi ve ne de dişe dokunur konuşması…

Hakan Şükür, herhalde onu siyasete sokanlar için bir proje idi. Fakat, onun başka bir projenin parçası olduğu zamanı gelince anlaşıldı. Esas önemlisi, onu bugün projelerinin parçası olarak toplumun gündemine sokanların daha başka bir projenin parçası olma ihtimali!

7- Yeni Akit Gaz. 24.12.2013 – “İpek’te Mehmed Âkif’i anmak” 

Kosova, dünyanın yeni devletlerinden. Defakto (fiilen) bağımsız; henüz bütün dünyanın tanıdığı bir ülke değil. Beş yıl önce istiklâlini ilân eden Kosova’yı ilk tanıyan devletlerden biri Türkiye. Rusya Federasyonu, Yunanistan ve slavyen ülkeler ise tanımak istemiyor. Yaklaşık 11 bin kilometrekare araziye sahip. Nüfusu iki milyon civarında. Osmanlı’nın son Kosova vilayetinden bile küçük bir ülkeden söz ediyoruz…

Başkent’e en uzak bir şehirde (82 km), İpek’te yapılacak Mehmed Âkif toplantısı bizi heyecanlandırıyor. İpek, yani “Peje”, Mehmed Akif’in babasının şehri. Bu şehrin yakın bir köyünde, Suşitsa’da doğmuş Tahir Efendi. Karlı dağların eteğindeki bu köy, bizim orman köylerini andırıyor. Başkent Priştine’de ve bilhassa ikinci büyük şehir olan Pirizren’de Türkçe konuşan bir hayli Kosovalı var. Fakat Arnavutluk sınırındaki İpek’te yok. İpek’teki Yunus Emre Kültür Merkezi’ne devam eden ve yeni Türkçe öğrenenleri bir tarafa bırakırsak tabiî…

Mehmed Âkif, yüksek tahsilini tamamladıktan sonra, bir kaç sene önce vefat etmiş olan babasının yurdunu ziyarete gidiyor. Akrabaları ile görüşüyor.

Eşref Edib şöyle anlatıyor: “Halkalı Mektebi’ni bitirdikten sonra Üstad ziyaret için: babasının memleketi İpek’e gitmiş. Orada akrabaları ile görüşmüş. Hısımlarından birisi İstanbul’a gelmek istemiş. O da henüz mektepten yeni çıktığını söylemiş. Bir vazifeye geçince aldıracağını vaad etmiş. İstanbul’a gelmiş. Üstad diyor:

“Bir gece evde şöyle uzanmış yatıyordum. Rüyamda o vaad ettiğim zattan bir mektup geliyor. Rüyada mektubu okuyorum: ‘Şimdiye kadar sizden bir haber alamadım. Vaadinizi ifa etmediniz. Beni aldırınız. O sırada kapı çalınır. Uyandım. Baktım postacı. Elinde bir mektup. Açtım okumaya başladım. Hayret ettim. Demin rüyamda okuduğum sözler aynen yazılı.”

Panel’in üçüncü konuşmacısının kimliğini ancak sonradan öğrenebildik. Ekonomi Politikaları Araştırma ve Analizleri Enstitüsü Başkanı İsa Mulaj meğer Mehmed Akif ‘in ailesine mensupmuş. Mulaj, Akif’in bütün dünyaca bilinmesine rağmen, Kosova’da tanınmamasından şikâyet etti. Bu panelin gecikmiş tanımayı hızlandıracağını umduğunu söyledi.

Kosova seyahati bizim için adeta Mehmed Âkif’le birlikte yapılmış bir seyahatti. Hep onun şiirlerini ve fikirlerini konuştuk. Priştine Yunus Emre Türk Kültür Merkezi  Müdürü Sadullah Yılmaz ve İpek Müdürü Mustafa Altuğ Kosova’nın Türkiye ile ilişkilerinin gelişmesinde Mehmed Âkif’in merkezi yerini iyi takdir eden iki yönetici olarak canla başla gayret gösteriyorlar.

8- Karar Gaz. 23.07.2020 – “Heba edilen neslin isyankârı: Adalet Ağaoğlu” 

Ünlü bir yazarımızı kaybettik, ardından sağda solda güzel şeyler yazıldı. Edebiyat camiasında herkese nasib olmaz böyle uğurlama. Adalet Hanım’ı üniversite yıllarından, Basın Yayın Yüksek Okulu’nda radyo oyun yazarlığı dersinden hatırlıyorum. TRT’de çalışıyordu, tiyatro yazarı olarak da “Çatıdaki Çatlak”la biliniyordu ve onun ders teksiri diğer hocalarınkinden hayli farklıydı.

Harf inkılâbı yılında, 1929’da doğmuş Adalet Hanım… “İlk Cumhuriyet nesli” desek yeri var; tahsile Latin harfleri ile başlıyan ilk nesil. Aynı zamanda, eğer aileden almadıysa, dinî bilgilerden yoksun ilk nesil. O yıllarda kesif bir inkılâp propagandası ve Osmanlı-din düşmanlığı öğretim sisteminin esasını teşkil ediyor.

Ankara Nallıhan doğumlu. Cumhuriyet’in 20. Yılında Nallıhan’da orta okul yok! Oysa, eski Ankara İstanbul yolunda önemli bir kasaba Nallıhan ve Abdülhamid döneminde rüşdiye (orta okul) açılmış. Cumhuriyet’ten sonra muhtemelen yeterli hoca bulunamadığından veya imkânlar elvermediğinden kapatılmış olmalı. Bu yüzden aile Ankara’ya göçüyor.

Nallıhan’ın tarihine bir Osmanlı paşasının eli değmiş. Daha sonra I. Ahmed’in sadrazamı olacak Nasuh Paşa 1600’lü yılların başında Bağdat’dan veya Halep’ten İstanbul’a dönerken tabiî olarak Bağdat-İstanbul yolunu takip eder. Beypazarı’ndan sonraki menzile, ilçenin bugünkü yerine bir han, cami ve bir hamam yaptırır. O günden sonra bu yerleşim yeri gelişerek büyür.

Adalet Ağaoğlu, Göç Temizliği’nde hatıra ile roman arası denilebilecek bir tarzda Nallıhan’da geçen çocukluk günlerini anlatıyor.

Kendisiyle yapılan son konuşmada söyledikleri önemli:

“Cumhuriyetin ikinci kuşağı olan bizim dönemimizde, ikilem içinde yaşanan bir dünya vardı. Anne-baba Osmanlı ahlâkıyla yetişmiş, biz ise Cumhuriyet kuşağıyız. Babam hâfızdı, Kuran’ı ezbere nameyle okuyordu. Babamın hafız olduğunu uzun süre söylemekten çekindim. Çünkü o dönemde İslâm’a doğru bakılmıyordu. Çok yanlıştı bu.” … “‘Ölmeye Yatmak’ta da kendi hayatımı yazdım. Yaşanan bu ikilemi anlattım. Anne ve babalarımızın yaşadığı dramı 30’umdan sonra anladım ben. Burada eski yazıyı bilen anne-babalarımız, aydınlarımız, yeni alfabe gelince câhil konumuna düştüler. Kökten değişim çok tehlikelidir. Alt yapısı olmadan değişim yapılmamalıydı. Yoksa dramlar yaşanıyor.”

9- Karar Gaz. 06.07.2020 – “İlmi boş ver, asil damarlarımız meseleyi halleder!” 

Yıl 1932, Dolmabahçe’de 1. Türk Dil Kurultayı yapılmaktadır. Programda devrin üniversitedeki en yetkili ismi, dil ve edebiyat tarihi çalışmaları ile dünyaca kabul görmüş bir otoritesi, edebiyat fakültesi dekanı ve profesörü Fuat Köprülü yoktur… Kurultayın 6. günü gazeteci Hüseyin Cahit’e söz verilir. Hüseyin Cahit öyle bir konuşma yapar ki, beş gündür konuşulanları yerle bir eder.

“Dil sun’i bir âlet değil, tabii bir kurumdur. Dil sosyal bir müessesedir ve sosyal hareketlerle yürür. Yabancı kelimeler bir dile tarihi bir zaruret ve icap neticesi girerler. Bu itibarla kelimeleri atarak yerlerine eski türkçeyi getirmek lisanda yeni müşkülleri ve ihtilatları mucip olabilir. Lisanda tasfiye zorla olmaz, kendiliğinden ve tekâmül merhaleler ile olur…”  O gün ve ertesi gün, bütün konuşmacılar Hüseyin Cahid’i çürütmekle vazifelendirilirler. Bu kâfi görülmemiş olmalı ki, 8. gün Fuat Köprülü sahneye çıkarılır…

Köprülü, 1926’da harf değişikliği tartışılırken Millî Mecmua’da “Latin harflerinin kabulüne tarafdar olanlar, zannediyorlar ki Garb medeniyetini bu sûretle daha çabuk ve daha kolay temessül edebiliriz (özümseyebiliriz).” demiştir.  Bu latin harflerinin kabulüyle kabil olamaz… “İçtimai hâdiseler üzerinde müessir olmak için, kati surette içtimaî düsturlara (sosyal kaidelere) tebaiyyet etmek (uymak) mecburiyeti vardır. Bu düsturlara bigâne (ilgisiz) kalanlardır ki ancak Latin harflerinin kabulüne tarafdar olabilirler.”

Bir ilim adamı güveni ile konuşmaktadır Köprülü… Sosyal hadiseler üzerinde etkili olmak için sosyal kaidelere uymak mecburiyetinden söz etmektedir. Bu “en hakiki mürşit ilimdir” düsturuna da uygun bir sözdür. İlim adamı Fuat Köprülü, bugün de bu sahada çalışanlar için yüksek bir otoritedir. Siyaset adamı Fuat Köprülü’yü ise pek hatırlayan yoktur… Kıssadan hisse: İlim ve siyaset birlikte yürümez!

10- dünyabizim.com 28.08.2022 – “Öykünün hikâyesi yahut celladına öykünmek!” 

“Edebiyatımızda öykü yoktu, 1950’lere kadar” desek, yanlış bir şey söylemiş olmayız. Gelin de bu yokluğa isyan etmeyin! Ne hikmetse, 1950’lerde birden öykülerimiz ve öykücülerimiz oluvermeye başladı!

Buna kim karar verdi? Şiirde dikiş tutturamamış, hiçbir edebî türde behresi olmayan, bu yüzden de tenkid yolunu seçen bir mütercim. Hem de babadan mütercim: “Hammer mütercimi Atâ Bey”in oğlu. Millî Şef İnönü devrinde Tercüme bürosunun başına getirilen Nurullah Ataç’dan bahsediyoruz. Harf inkılabı, dil devrimi ve Batı klasikleri tercümesi… Birbirine tamamlayan beyin yıkama hamleleri…

1940’tan 1966’ya kadar 1247 cilt tutan 1120 eser, “Batı klasikleri” arasında yayınlandı. Millî Eğitim Bakanlığı nice sonra “şark-islâm klasikleri” de yayınladı, fakat bu “klasik”ler yekûn içinde çok cüz’i bir yer tutar! Tamamı 66 adet! 1940’da neşrine başlanan Tercüme dergisinde de Yunan ve Latin klasiklerinin çevrilmesi esas alınmıştır. Velhasıl, 1940’larda başlatılan Batı klasikleri tercümesi ve Tercüme dergisi yayını Batı evrenselliğine yamanma harekâtı, daha açık bir ifadeyle medeniyet değiştirme ameliyesi…

Klasikler tercümesiyle bin yıllık, Müslüman kültür mirasımız yok sayılarak tamamen Greko-Latin kökenli bir kültür oluşturmak hedeflenmiştir ve bu “hümanist kültür siyaseti” olarak savunulmuştur.

Bu dönemde kendi masallarımızın dahi ders kitaplarında yer alması, çocuklarımıza okutulması istenmemiştir.

***

Bu “başka medeniyet öykünücüsü” karakterini Necip Fâzıl Kafa Kâğıdı kitabında “Şuuru bulunmayan, sözde tenkitçi nursuz Nurullah Ataç” olarak niteler! Büyük romancımız Kemal Tahir de “Her zibidinin kelime uydurması ile, hele Nurullah Ataç gibi adamların kelime uydurması ile yürümez bu iş” der.

Redhouse sözlüğünün Türkiye’deki dil değişimini birebir olmasa da takip eden baskıları var, hiçbir yabancı dil sözlüğünde bunu takip etmenin mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Burada dikkat çeken şu: Redhouse sözlüğü gittikçe küçülüyor! Büyük Redhouse sözlüğünü esas alarak hazırlanan Redhouse sözlüğünün ilk baskısı 1968’de yapılmış (Türkçe/Osmanlıca-İngilizce, 1292+46 sayfa. Asıl Redhouse sözlüğü 2224 sayfadır). Burada hikâye kelimesinin edebî karşılığı “short story” olarak veriliyor. Yani “kısa hikâye.” Hikâyeci de kısa hikâye yazarı olarak tanımlanmakla beraber, “anlatıcı” ve “hikâye anlatıcısı” olarak da açıklanıyor. Ayrıca hikâyenüvis ve hikâyeperdaz kelimeleri de var. Birincisi “novelist” ve “storyteller” olarak karşılanıyor. Fransızların hikâye, kısa hikâye yerine kullandıkları kelime “novel” metinde yer almasa da ondan türetilen hikâyeci, novelist böylece yer buluyor. “Story writer” da hikâye yazarı. Hikâyeperdaz, story teller (hikâye anlatan) ve narrator (anlatıcı) olarak karşılanıyor.

11- tyb.org. 09.11.2020 – “Eski mûsıkî”den anlamayanlar ve eski mûsıkîden anlamayanları anlamayanlar” 

Timur Selçuk da veda etti… 20. Yüzyılın en büyük Türk mûsıkîsi icracılarından ve bestekârlarından Münir Nureddin’in oğlu idi.

Babasının idaresinde İstanbul Belediyesi Konservatuvarı İcra Heyeti’ni Şan sinemasında 1970’lerde birkaç defa dinlemiştim. Münir Nureddin topluluğu idare ettiği gibi, zaman zaman hayli yaşlı olmasına rağmen kendisi de okuyordu. Muhtemelen bir fetih yıldönümü konseri idi. Yahya Kemal’in “İstanbul’u fetheden yeniçeriye gazel” şiirinden yaptığı mehter marşı formunda besteyi okudu.

Vur pençe-i Ali’deki şemşîr aşkına

Gülbangi asumanı tutan pir aşkına

Diye başlıyan şiir,

Son savletinle vur ki açılsın bu surlar

Fecr-i hücum içindeki tekbir aşkına

Beyti ile bitiyordu. Son mısraın ardından bir hücum fecri canlandırılır gibi,

Ya settar, ya cebbar, ya gaffar ya Allah” nakaratı tekrarlanıyordu. Bu o zamanlar bir cesaretti. Solist Münir Nureddin’di, bestesini büyük bir heyecanla seslendirdiği fark ediliyordu. İşte o sondaki “Ya settar, ya cebbar…” nakaratında bu heyecan daha görünür hale geldi. Hatta üstadın gözlerinden yaşlar süzüldü. Belki o an kendini İstanbul’un fethine katılan sabah hücumundaki bir asker gibi hissetmişti.

Münir Nureddin, Türk musikisinin zirvede olduğu zamanlarda yetişmiş, Fransa’da şan dersleri almış fakat, öz musikisinden kopmamıştı. Oğlu da Paris’e gitti, dönüşte onu hafif müzikçi olarak gördük. Elbette Türk müziğinden tamamen kopmamıştı, fakat babasının yolunu da sürdürmüyordu.

Amerika görmüş bir kültür adamı olarak Talat Halman, Türkiye’deki Atatürkçülüğün nasıl bir şey olduğunu unutmuş olmalıydı. Büyük bestecimiz Itrî’nin 259. ölüm yılı sebebiyle  düzenlenen bir Klasik Türk müziği konseri için Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’nun tahsis edilmesini uygun bulmuştu. İşte o zaman bir yakıcı bir Atatürkçülük fırtınası koptu. Bu Atatürk devrimlerinin dibine dinamit koymaktı!  Meşhur Kemancı Suna Kan, zamanın başbakanı Nihat Erim’e “İş ne Itri meselesidir ne Devlet Konser Salonu’nda alaturka konser vermek meselesidir, kökünden Atatürk devrimleriyle sıkı sıkıya ilgilidir.” mealinde bir mektup göndermişti.

Tabii konser iptal edildi, Talat Halman istifa etti.

***

Mehmet Doğan ağabey aşk ve şevkle Akif gibi bir mücahit şuuru ile hayatını tamamladı. 11 Ağustos 2024 vefatını müteakip cenaze namazını sabık DİB Prof. Dr. Mehmet Görmez Hoca kıldırdı. Tacettin Dergâhı haziresine defnedildi.

Kimi yiğit kimi koca gündüzleri olmuş gece

Kimi derviş, kimi hoca, mü’min muhakkikler yatur

(Yunus Emre)

Ve hakkında birçok yazı yayınlandı. Rabia Nur Akmaz tarafından yapılmış ciddi ve samimi bir çalışma olan ve Edebiyat Ortamı Dergisi’nce yayınlanan Kültür, Batılılaşma ve D. Mehmet Doğan adlı kıymetli eser, erbabı tecessüse tavsiye olunur.

Orhan Alimoğlu (28.05.2025)

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu