
Âmiran Bilgiseven Hoca’dan Niyâzî-i Mısrî Şerhleri
Orhan ALİMOĞLU
Kıymetli mütefekkir şairimiz İsmet Özel Bey’in unutulmaz sözleri, tespitleri var; “Toparlanın Gitmiyoruz” veya “0 iş senin bildiğin gibi değil”.
Dinimiz, tarihimiz, edebiyatımız, musikimiz, mimarimiz hakkında birçok yalan yanlış şeyler duyduk, okuduk. Hâlâ da bunlar devam ediyor. Ama diğer taraftan 1500 yıllık İslam, 1200 yıllık Türk İslam tarihinin yıldızları da parlamaya devam ediyor. Merhum Fethi Gemuhluoğlu Dostluk Üzerine kitapçığında “İlâ-yi Kelimetullah görevi bu Türk milletine verilmiştir, fakat alınmamıştır. Alındığına dair bir haber yoktur” diyordu.
“Burada bir husûsu arz edeyim. Bu büyük Osmanoğlu, bu efsanevî Osmanoğlu, bu İ’lâ-yi kelimetullah üzere halk edilmiş olan Osmanoğlu… İ’lâ-yi kelimetullah kendisine verilmiş olan Osmanoğlu ve alınmamış olan Osmanoğlu… Verilmiş de alınmış değil; buna bilhassa işâret ederim. Aklımızı başımıza devşirelim; bu emânet onlara verilmiş fakat alınmamıştır. Bunu gönlünüze nakşediniz. Gönlünüze menkuş hâle getiriniz. Bu emânet verilmiştir, alınmamıştır. Mintarafillah’dır. Mintarafillah kaldırılabilir. Mintarafillah kaldırıldığına dâir bir işâret yok. Bu Osmanoğlu’na çok ihânet edilmiş”.
Tarih boyunca, kadın erkek birçok merdânı Hüda çıkmış. 20. asırdaki parlak yıldızlardan birisi de, merhume içtimaiyyat hocamız Âmiran Kurtkan Bilgiseven. Çok çalışmış, Z. Fahri Fındıkoğlu gibi büyük hocalar görmüş, Marmara İlahiyat Fakültesi Dergisi‘nde enfes makaleler yayınlamış. 20. asrın en ciddi meseleleri üzerine fikir üretmiş, makaleler kitaplar yazmış. Bir milletin cemiyetin bütün meseleleri birbiriyle irtibatlı. Türk milleti, vahye istinad eden İslam medeniyetinin müesseseleşmesi, samimiyetle yaşaması, uygulanmasında yüzyıllarca önderlik ve örneklik sergilemiş. Bunun için de yüksek idrak ve ilm u irfan sahibi ululardan istifade etmiş. Bunların zirvelerinden biri de 17. yy. da Anadolu’da Malatya’da doğmuş olan Niyâzî Mısrî Hz.’dir. Âmiran Hoca “Niyâzî-i Mısrî’den Esintiler” kitabının önsözünde
“Niyâzî-i Mısrî de çok büyük bir şahsiyettir. Ondaki ilim meyli, Allah aşkı, düşünce derinliği ve dini müsamaha yalnız bizim değil, bütün dünya milletlerinin yolunu aydınlatacak kadar büyük bir ışıktır.”
diyor. Âmiran Hoca’nın bu kitabındaki tercüme-i hâlinden şunları öğreniyoruz:
“1926 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Kandilli Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra 1947 yılında İktisat Fakültesinden mezun oldu. Bir müddet özel ve kamu sektöründe çalıştıktan sonra 1956’da İktisat Fakültesine Ord. Prof. Dr. Z. F. Fındıkoğlu’nun yanına sosyoloji asistanı olarak girdi. 1960 da doktor, 1965 de doçent, 1970 de profesör oldu. Buradan emekli iken 19 Haziran 2005’te Allah’ın rahmetine kavuştu.”
Niyâzî-i Mısrî Divanı ve diğer eserleri halen okunmaya bestelenmeye devam edilen ulularımızdandır. Eserlerine çok sayıda tahmis, tanzirler yazılmaya devam edilmektedir. Âmiran Kurtkan Bilgiseven Hoca Niyâzî-i Mısrî Hz.’ni anlama ve anlatmayı vazife telakki etmiş bazı nutuklarındaki mefhumları şerhetmiştir. Onlardan bazılarından bölümler nakletmek istiyoruz. Hem de Fethi Ağabey’in ifade ettiği”, “İlâ-yı Kelimetullah” vazifesini devam ettirenlerden bir hanım hocamız daha rahmetle yadedilsin..
AŞK
“Niyâzî, aşksız ibadetlerden ve aşktan gayrı olan her şeyden vazgeçmek ve aşka iktida etmek; yani ona uymak gerektiğini ve hakikat ehli olan zümrenin onu (yani aşkı) müktedâ kıldıklarını (rehber edindiklerini) şöyle anlatıyor:
Ey gönül gel, gayrıdan geç, aşka eyle iktidâ
Zümre-i ehl-i hakikat onu kılmış müktedâ
Acaba niçin böyle olmuş? Neden aşk, hakikat ehli olan herkes tarafından öne alınmıştır? Çünkü hem bizler, hem de içinde yaşadığımız kâinat, Hâlık’ımızın insan-ı kâmile duyduğu aşk yüzünden halk edilmiştir. Cenab-ı Hak, insan-ı kâmilin kendi aşkından başka her şeyden temizlenmiş olan ve bu hali ile lekesiz bir ayna durumuna gelmiş bulunan gönlünde kendine olan aşkı seyretmek istedi. Kâinatın halk edilişinde işlerlik kazanmış olan bütün malumata; yani bütün ilimlere ve bu ilimlerin kuralları çerçevesinde halk edilmiş olan bütün varlıklara (cümle mevcudata) aşk öncülük etmiştir, aşk daha öndedir. Çünkü aşk, Allah’a mahsustur, onun niteliğidir. Bundan ötürü, Allah nasıl ezelîlik sıfatı ile her ilimden, her varlıktan önceliğe sahipse aşkın da başlangıcı (ibtidası) yoktur.
Cümle mevcûdât u mâlûmâta aşk akdem durur
Zirâ aşkın evveline bulmadılar ibtidâ
Aynı şekilde, bu kâinatın fena bulması (yok olması) halinde dahi, aşk bâki kalır. Çünkü o, Allah’tan bir sıfattır. Onun intihâsı (sonu) olmadığı gibi aşk’ın da sonu yoktur.
Hem dahi cümle fena buldukta aşk bâkî kalır
Bu sebepten dediler kim aşka yoktur intihâ
Bu sözlerden sonra kendi gönlünü aşksız bırakmaması ve masiva (Allah’tan gayrı şeyler) için duyduğu sevgiden (daha doğrusu o sevgilerin meşru olanların dahi aslında Allah’a duyulan aşk olduğunu idrak edememekten) kendisini koruması için Niyâzî, yüce Hâlık’ımıza “Hüdâyâ!” (Ey Hüda!) sözleri ile hitap ettiği bir dua yapar. Bu duasında o, Hâlık’ının, aşkından bir nefes cüdâ (ayrı) olmamak ve gönlünü sadece Hâlık’ın aşkı ile doldurmak hususunda onun tevfikinin (yardımının) kendisine refik (arkadaş) olmasını diler:
Dilerim senden Hudâyâ eyle tevfikin refik
Bir nefes gönlüm senin aşkından etme gel cüdâ
Masivâ-yı aşkının sevdâsını gönlümden al
Aşkını eyle iki âlemde bana âşinâ
Bu dünyada mal, mevki, kadın, erkek, para, şöhret gibi masivâ sevgilerini (Allah’tan gayrı sanılan şeylere duyulan tutkular) terk etmek, kendini kalp huzuru ile ibadete ve Tanrı aşkına verebilmek için elbette gereklidir. Zaten bu istenen şeylerin hepsi gelip geçicidir. Ama ya Cennet’teki güzellikler için Niyâzî acaba ne düşünüyor? Zira Cennet, dünyadan çok daha güzeldir ve oradaki güzellikler gelip geçici de değildir.
Cennet’i sırf Cennet olarak isteyenlere ve oradaki güzelliklere âşık olanlara o güzellikler verilir. Ama Cennet’in bütün güzelliklerini insanın gözünden siliveren en büyük güzellik, orada yüce Hâlık’ımızın tecelli etmesi; yani bir kısmî surete bürünerek bize görünmesidir. Bu tecellinin vuku bulduğu Aden Cenneti ise yalnız onu sevmiş ve istemiş olanlara; yani enbiyâya (nebîlere), evliyâya ve onlar gibi aşk ehli olanlara has bir Cennet’tir.
Niyâzî’ye göre, insan, bu tecelliyi görme saadetine erişsin de isterse Cehennem’de erişsin, fark etmez. Cehennem kötü bir yerdir; lakin (lik) Tanrı tecellisi onu bile Cennet’e dönüştürür; ama sırf masivâyı isteyenler bu tecelliyi ancak uzaktan seyrederler. Onlar Aden vatandaşı olamazlar, daha uzak Cennetlerin maddi zevklerine dalıp onlarla oyalanırlar. Onlara: “İşte istedikleriniz.” denilir. Kendilerine aşkın rehnûma (kılavuz) olduğu kulların ulaştıkları manevî zevkin yüksek dozları ise Cennetlerde bile, ancak o âşıklara hastır. Niyâzî, o kullardan biri olması için mürşit (aydınlatıcı) olarak Cenab-ı Hak’tan (bundan ötürü) sadece aşk niyaz eder:
Aşk ile Tamu’da olmak Cennet’idir âşıkın
Lîk Cennet’te olursa Tamu’dur aşksız ona
Ey Niyâzî mürşid istersen bu yolda aşka uy
Enbiya vü evliyâya aşk oluptur rehnümâ
İLAHİ ADALET
Niyâzî, kötülük yapan insana Deccâl diye hitap ettiği bir şiirinde onun yaptığı kötülükleri kendisine nasıl döneceğini anlatmaktadır. Deccal, kıyâmete yakın ortaya çıkacağına inanılan çok zararlı ve yalancı birine verilen addır. İnsanlar şimdiki hayatlarına da Allah’tan hiç korkmadan, başkalarına kötülük yapabilen Deccâl nitelikli fertler ile karşılaşabilmektedir. İşte Niyâzî, Deccâl’e benzeyen bu fertler birbirine şöyle sesleniyor:
Eyâ Deccâl Hakk’ın takdîri bil hergiz bozulmaz
Ezel levhindeki yazı silinmez hem yuyulmaz
Ezelde iyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük hükmü hiç değişmeyen kader olarak yazılmıştır. Ey Deccâl, karakteri kötü bir fert olarak bil ki vatanına, milletine ve yakınındaki fertlere kötülük ettiğin zaman, bu kötülük sana geri döner. Çünkü ezel levhasında (levh-i mahfûzda) yazılmış olan yazı ne silinerek ve ne de yıkanarak bozulur. Zira o levha, maddi bir levha olmadığı gibi, o yazı da harflerden oluşan bir yazı değildir. Senin hafızandaki bilgiler nasıl silinmezse Allah’ın bizzat muhafaza ettiği kendi koyduğu kurallar da asla bozulmaz:
Ne denlü sa’y edersen et sonunda hep hebâdır
Çamurdur havzının içi bulandıkça durulmaz
Senin gönül havuzunda da, tıpkı iyi insanlarınkinde olduğu gibi, bir su katresini andıran o çok değerli Hak hediyesi, yani ruhun vardır. Ama sen, kötü düşüncelerle o havuzu durmadan bulandırır ve kirletirsin. Ondan ötürü ne kadar çalışsan da (ne denli sa’y etsen de) yaptığın kötülüklerin karşılığını görmekten kurtulma hususundaki bütün emeklerin heba olur. Zira sen tövbe edip de kötülük ettiğin insanların gönlünü hoş ederek gönül havuzunu bir türlü çamurdan kurtaramazsın:
Gönül durulmadıkça âlem-i gaybın şümûsu
İçini eylemez aydın, karanusu sürülmez
Gayb âleminin güneşleri (şümûsu) ancak durgun suları parlatır. O güneşler, insanların yolunu aydınlatan peygamberler ve velilerdir. Onların sözlerinin ışığı, yazılı eserleri vasıtasıyla asırlar öncesinden bile gelip iyilerin gönüllerine ışık saçar. Ama senin gönlün onlara kapatılmış perdeli bir gönül olduğu için bu ışık senin gönlüne sızamaz. Bundan ötürü gönlünün karanlığı (karanusu) bir türlü sürülüp gitmez:
Ne denlü gayrıyı ağlatsa bir kimse anı da
Mukallib ağlatır sonunda aslâ yüzü gülmez
Sen mazlum bir insana (veya insanlara) yapacağın kötülüğü yaptın ve şimdi o ağlıyorken keyfine bakıyorsun. Ama mukallib (bir hali başka hale kalb edici, çevirici) olan Cenab-ı Hak, sizin bu hallerinizi değiştirir ve sonunda o gülüyorken sen ağlar duruma geçersin. Çünkü başkalarını ağlatanın asla yüzü gülmez. Bir süre yüzü gülmeye devam etse de bu onun vicdanının büsbütün kararması ve cezasının daha da ağır olması içindir.
Durur kendisi yok gibi işin işler hafâda
Alan veren odur kendisi mahfidir görülmez
Sen cezanı verecek olan o yüce varlığı görmüyorsun ve kötülüğünü vicdan rahatlığı ile yapıyorsun; ama o seni görüyor. Kendisinin yok gibi hafada (gizlilik içinde ) olduğuna bakma, bütün ellerden işleyen, bütün gözlerden gören odur. Onun can bahşeden nuru (nur enerjisi) senin eline ve gözüne kadar uzanıp senin vücudunun her organından her an gelip geçerek o organlarına canlılık vermeyecek olsa, sen hiçbir işleyişte bulunamazsın. İnsan öldüğü zaman, hiçbir organında işleyiş gücü kalmayışı bu ruh akımının kesilmesindendir. Hafâdaki (gizlilik halindeki) o yüce varlıktan gelen ve bizim vücudumuza işleyiş enerjisi vererek her an yine sahibine dönen o nur akımı, senin gönlüne yerleştirilmiş bir nur katresi olan sana ait gönüle temas ederek gönlündeki kara noktadan çıkar gider.
Niam zâhir durur gözlülere amâya mahfî
Anı zâhir gören işini bozmağa yorulmaz
Ama manevî gözleri âmâ olduğu için olaylardan ibret almasını bilmeyenler onun tayin ettiği bu kuralı hem çiğner, hem de cezadan kurtulacaklarını sanırlar.
Bu sözlerinden sonra yaptığın kötülüğün cezasının ne olacağını Mısrî’den sorup öğrenmeye kalkışma. Çünkü Hakk’ın sırrı, emin olmayan (kendisine güvenilmeyen) kişilere söylenmez. Zira söylendiği takdirde onlar bu sözleri de kulak ardı edecekleri için cezaları büsbütün ağır olur:
Zarâfetle bu Mısrî’den haber alsam deme hiç
Hakk’ın sırrı emin olmayana bil ki denilmez
GÖNÜL FERAHLIĞI
Niyâzî-i Mısrî, bir şiirinde gönül ferahlığına ulaşabilmenin çarelerini bize birkaç noktada özetlemiştir. İnsanın kendi başına üzüntü ve sıkıntılardan kurtarabilmesinin ilk çaresi, alçak karakterli insanlarla görüşmekten kaçınmak ve her kötü insana sırlarını açma hususunda ihtiyatlı davranmaktır.
Her denînin sözüne aldanıp etme ihtilât
Her leîmi sırra mahrem sanma eyle ihtiyât
Denî (yani alçak) insanların ahbaplık kurmak istemeleri hep kendi menfaatlerini sağlamak içindir. Onlar Allah için dost ve Allah için düşman olma hedefinden yoksundurlar. Çünkü onların hakiki tanrıları kendi nefsleridir. Bundan ötürü insan kendisine Allah tarafından lütfedilen hikmetleri ve sırları leîm (aşağılık) olan insanlardan saklamalıdır. Böyle davranmayıp da onlara bu bilgi ve sırları açmada ihtiyatı terk edenler, onların cehaletten (ilm-i ledün açısından cahil olmalarından) kaynaklanan itirazlarıyla ve alaylarıyla karşılaşabilirler.
Buna karşılık, Niyâzî’ye göre gönül ferahlığının ikinci şartı, hakikat ilmi ile ilgili sözlerin kadrini, kıymetini bilenlere açılmak, onları ilm-i ledün sırlarına mahrem etmektir. Çünkü bu sözler birer fikir tohumu gibidir ve onların zekâları ve gönülleri de mümbit topraklara benzer. O verimli toprakları, bu kıymetli tohumlardan mahrum etmemek lazımdır. Zira o topraklar yüce tohumlara layık oldukları gibi, bu tohumların ekileceği yerler de ancak o topraklardır. Ondan ötürü Niyâzî ilm-i ledünle, tevhid gerçekleriyle ilgili sözlerin ve o sözlerdeki gizli bilgilerin kıymetini bilenlere çok alçak gönüllü davranmanın, o fikir tohumlarının filizlenip dal budak saldığını görmekten doğan bir gönül ferahlığı getireceğini bilmektedir. Bu yüzden şöyle diyor:
Şol ki söz kadrin bilir cânın nisâr eyle ona
Ayağının altına döşe yüzünü çün bisât
Arifin kadrin yine ol ârif olanlar bilir
Ehl-i uluvvun rütbesin bilmez ehl-i inhitât
Niyâzî niçin söz kadrini bilenlere, arif ferdin (Hakk’ın sırlarını bilen kişinin) yüzünü bir kilim (bir bisât) gibi ayağının altına döşemesini ve canını ona nisâr etmesini (gelinin başına düğünde saçılan para gibi serpmesini) tavsiye ediyor? Çünkü söz kadrini bilen kişi kısmen ariftir, (Hak sırlarını bir ölçüde bilen kişidir) ve bu güzel sırrı biraz tatmış olan onun daha fazlasını ister hale gelir. Zira ehli uluvvun (yücelik sahiplerinin) manevi mevkiini ehl-i inhitât (alçalmış fertler) bilemezler. Arif ise onun sözlerinin tadını alabilen kişi olduğu için bu hikmetli sözlerin daha çoğunu dinlemeye muhtaçtır.
Gönül ferahlığına erebilmenin üçüncü şartı, cahillerden (ilm-i ledün bilgisi olmayanlardan) gelen bu sövmelerden rahatsız olacak yerde, buna sevinmektir:
Güç getirme kendine geldikçe a’da ta’nesi
Sükkeri helvâdır ondan hâsıl olur inbisât
İnbisât iç açılması, gönül genişlemesi anlama gelen bir kelimedir. Acaba, Niyâzî, ya inançsız ya da Tanrı ilminin sırlarını bilmekten yana cahil olan kişilerden gelen sövmelerin niçin şeker ve helva gibi tatlı olduğunu ve bu sözler yardımıyla arifin gönlünde bir ferahlama, bir genişleme hâsıl olacağını söylüyor?
Çünkü bu sözler, ilm-i ledün bilgisi bakımından cahil olanların neyi bilmedikleri için arifin sözlerine ve dolaylı olarak da İslâmın özüne ve hakikatine dil uzattıklarını meydana çıkarır. Böylece arif, cahillerin, cahillikleri yüzünden takıldıkları o hususu açıklayarak onların halk kitleleri üzerinde yapacakları olumsuz etkiyi bozar, ortadan kaldırır. Bu da onun gönlüne ferahlık verir.
Mesela (İslâm düşmanı oldukları için) ilm-i ledünnü bilen ve anlatan ârifleri küçük düşürmek isteyen insanlar, cahillikleri yüzünden “fakr” kelimesinin anlamını “fakirlik”, “yoksulluk” olarak anlayıp İslâmın fakirliği teşvik eden bir din olduğunu ve ariflerin de fakirlik lehinde konuştuklarını öne sürebilirler. Bu düşmanca sözler arifin gönlünü ferahlandırır, zira halkın bilmediği bir hususta onlara açıklama yapma fırsatını yaratır. Fakr terbiyesinden yoksun insan kendi zenginliğini sımsıkı elinde tutarak, hasis davrandığı için, Allah’ın cömertliğinden şüphe duygusu içindedir. Bundan ötürü Allah, onun zenginliğinin bereketini kaldırır ve öldüğü zaman da o zenginliğe zaten sahip olmadığını acı bir şekilde anlamış olur. İşte halka bu bilgileri verme fırsatın ârife veren şahıs, İslâma dil uzatan cahildir. Bundan ötürü onun düşmanca sözleri, arifin gönlünü genişletir.
Niyâzî, kahır ile lütfun bir ve aynı şey olduğunu bilmenin de arif kul’a gönül ferahlığı vereceğini bize bildiriyor:
Ey Niyâzî, fâriğ u âzâde ol var çekme gam
Kahr u lutfu bir bilirsen gam olur sana neşât
Niyâzî bu sözleri ile gam’dan fariğ (vazgeçmiş) hür (âzâde) olması gerektiğini; çünkü kahrın da lütfun da kulun saadetini artırmak için Allah tarafından gönderildiğini bildirmektedir. Ömür boyu hep lütuflarla karşılaşsaydık lütfun kıymetini bilmezdik ve Allah’ı unuturduk. Önceki günahlarımızın da panzehiri kahırdır. Her kahır arkadan gelecek lütuflara gebedir”.
Niyazî-i Mısrî Hz., Âmiran Hoca ve diğer ism-i şerifi geçenlere rahmet mağfiret niyaz ederiz.
Orhan Alimoğlu