
ÇOĞUNLUK
Mehlika Tuğba TÜRKÜM
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar zandan başka bir şeye tâbi olmuyorlar ve temelsiz bir tahminden başka bir şeye de dayanmıyorlar.” (En’âm / 116)
Hantal bir dünyanın agresif çocuklarıydık. Eskilerin “kafa kâğıdı” dediği kimliklerimizi reddederek başladık işe. Cüzdanımızda az da olsa yer kaplayan ve bize “verilen” kimlikler. Önce biyolojik varlığımızı yani “insan kimliğimizi” yırtıp attık. Olduğum değil, hissettiğim şey yazmalı dedik. Sonra genetik kimliğimizi de attık ve kültürel bir kimlik edindik. Biraz aitlik sancısı çekince de onu yırtıp ulusal kimliğe razı olduk. Bu da zamanla utanç verdi bize. Nihayet bize verilen kimlikler arasında en itibarlı olanını bulduk; ekonomik kimliğimiz bizi tanımlamaya çok yaklaşmıştı. Bir sekme açtık Google’dan. En zengin ülkeler mavi renkli ve en fakirleri ise kırmızıya boyanmıştı. Sonra bir sekme daha açtık. En gelişmiş ülkeler aynı zamanda en zengin ülkelerdi. En fakirler de en geri kalmışları. Bir sekme daha açsaydık belki görürdük; mesela en gelişmişlerin en sömürgeci, en zalim olduğunu. Ama “gelişmişlik” illüzyonu aklımızı çelmişti bir kere. İnandık ve itaat ettik. Gelişmişlik ülkesinin “modern kimliğini” almamız için tek şart vardı: harca ve göster. Önce modanın ihtiyacı sonra ihtiyaçların modası yordu bizi. Gücümüz kalmamıştı isteklerimizin modasına; bitmek nedir bilmeyen ah şu istekler! Maviye boyalı ülkelerde doğmadıysak, bu bizim suçumuz muydu? Alabilirdik bu kimliği; ak ya da kara, bize para lazımdı. Bu büyülü dünyanın biletleriydi banka kartları. Cüzdanımızdaki kimlik bize verilmişti. Artık kendi kimliğimizi almak için bu “etiketli” topraklardan uzağa, mavi boyalı yerlere gitmeliydik. Gittik ve gördük. Paranın geçmediği bir şey vardı oralarda: doğum lekesi. Topraktandı bu leke ve ayağımızın tam altındaydı. Ne yaptıysak silemedik ayağımızdan, geldiğimiz yerin tozunu. Ümitsizce baktık ayağımıza ve de diğer ayaklara. Başka ayakların gölgesinde dolaşırken, tüm gölgeleri eşitleyen(!) başka bir güneş doğmuştu. Başka bir dünyanın güneşiydi ve şimdi cömertçe sıcaklığını veriyordu bize! Ayağımızın altındaki dünya kaydı gitti. Mekân daraldı, zaman genişledi. Ayakların devri kapanmıştı. Artık ellerimizin ucunda yürüyorduk, baş aşağı olduğumuzu bile anlamadan. Dünyanın en uzak köşesine parmağımızla dokunmak, tüm zahmetli yürüyüşlerden daha büyülü ve daha kolaydı çünkü. Köşeliydi bu eski dünya, ne yana dönsek batıyordu. Oysa yeni dünya esnekti, hatta sınırsızdı. Tıpkı kimlikleri gibi. Dijital kimliklerimiz ile bu san/al dünyada müsaviydik artık varlığımızı göstermede: “Hey, bana bakın, daha yakından bakın, benim gösterdiğim gibi bakın, hep bakın! Ben de varım, tıpkı sizin gibi!”
Doğduk. Bir ekranla göz gözeydik artık. Ekranın içinde onlarca göz bizi görüyor ve ciddiye alıyordu. Tıpkı yeni doğan bir çocuğun, annesinin gözünden kendini görmeye başlaması gibi. Önce müşfik ve kapsayıcıdır anneler. Sonra kurallar gelir. “İyi çocuk ol, düzene uy ve sevil!” Bakım verenlerle sağlanan bu uzlaşı, şartlı sevginin bir gereğiydi. Peki, insanın bir uzvu gibi hareket eden bu makineler, sınırsız bilgi ve hayatı kolaylaştırma vaadini neyin karşılığında veriyordu bize? Cevap basitti: Hız ve haz. Hız, üretimi destekler, zamanı genişletir ve kâr getirir. Haz, yaşamın temel gıdasıydı zaten. Fakat insanın yumuşak karnıydı onaylanmak. Onaylanmak için görünür olunmalıydı. Görünür olmanın da kuralları vardı: Kişiliklerin yerine profiller, anlamın yerine simgeler, ilişkilerin yerine bağlantılar kuruldu. Sanal dünyanın iyi çocukları aşkla sarıldı yeni düzene. Görülmek için göstermek, kazı-kazandan başka ne olabilirdi? Üstelik neyi ne kadar göstereceğini, kendi aklı ve hür iradesiyle yaptıktan sonra. Bundan âlâ hürriyet mi olurdu?
Kurallar giderek sertleşti. Eski dünyaya yeni bir isim buldular önce: Fiziksel Dünya. Bu dünyada yaşamak, hissetmek, tecrübe etmek, vakit kaybından başka bir şey değildi. Sanal dünyada gösterilmeyen/görülmeyen her eylem, yok hükmünde olacaktı. Bu da dijital kimliğin zayiatı demekti. Yedi gün yirmi dört saat, dev bir tiyatro sahnesinde, seyircinin bile rol yaptığı bir oyunun tam ortasında buldu insan kendini. Kendinden olmayan yoktu bu oyunda ama kendi de yoktu. Kendine benzeyen bu çoğunluğun içinde gerçek olan kendini nasıl bulacaktı? Oynayacağı rolü kendi seçmişti evet ama oyunu kim yazıyordu? Bir kapı aradı oyundan çıkmak için. Dış dünya, sanal dünyanın izdüşümünden başka bir şey değildi. Döndü ve koştu kendi içine doğru. İçinin yabancısıydı insan. Seslendi. Bağırdıkça kendine geri dönen sesten anladı bunu; bir filtre fanusu içindeydi. Kaçtığı tüm kimlikler ve aidiyetler, bir yeraltı şehri gibi kat kat, oda oda zihnine oyulmuştu. Aldığını sandığı bu yeni kimlik, cüzdanında değil, kafasındaydı. “Çoğunluk” adındaki bir ülkenin kimliğiydi taşıdığı.
Mehlika Tuğba Türküm