Töreli Yazılar

Mütefekkir Mühendis Akif Emre Bey

-Orhan ALİMOĞLU-

Mütefekkir Mühendis Akif Emre Bey

Orhan ALİMOĞLU

Sabahaddin Zaim Hoca merhum, bir gazete yazısında Akif Emre için “müdekkik” sıfatını kullanmıştı.  Biz de lügate bakıp “tetkik eden, inceden inceye araştıran” karşılığını okuyunca bu tavsifin Akif Bey’i tam tarif ettiğine kanaat getirmiştik. Ondan sonra yazılarını daha dikkatli okumaya başladık. Sadelik ve derinlik iç içeydi.

Bazı yazılar insanda, ben bunu daha sonra tekrar okumalıyım, hatta başka dostlarıma da tavsiye/ haberdar etmeliyim intibaı bırakıyor. Böyle takip ettiğimiz birkaç (bir düzineye yakın) yazarın yazılarının birçoğunun çıktı veya fotokopisini almaya çalışıyorum. Bunlardan mütevazi bir arşivimiz olmuş.

Gerçi birçok muteber yazı daha sonra kitaplaşıyor. Ama bu bazen 5-10, 30-40 yılı bulabiliyor. Onun için biz kendi koleksiyonumuzdan istifade ediyoruz.

Muteber zevatı ve eserlerini tanıma ve tanıtma, anlama ve anlatmayı vazife telakki ettiğimizden Âkif Emre merhuma dair bir yazı kaleme alalım dedik. Çünkü kendileri emsali az gelenlerden. Üstad vefat edince arife ve zarife muharrirlerden Leyla İpekçi Hanımefendi 27.05.2017 tarihinde Y.Şafak Gazetesi’nde vefakârlık numunesi bir yazı kaleme almış. Giriş olarak ondan birkaç paragraf alıyoruz.

Akif Emre’nin emaneti

İsfahan’da gittiğimiz Cuma’yı sonradan ne kadar uzun konuşmuş, anlamlandırmaya çalışmıştık. Dünya o zamandan beri defalarca değişti. Akif Emre’nin yorumları, gözlemleri hep güncel, hep ideolojik katkısız, hep sahici oldu. En son Berat gecesi Saraybosna’dayken mesaj attım ona. Meydandaki sebilden su iç dedi bana. Oradaydım, hemen içtim.

Olaylara tabiri caizse ayne’l yakin gözlüğüyle bakabilen vehimsiz vesvesesiz, takıntısız görebilir. Yani olduğu gibi. Akif Emre’yi bence çevresindeki diğer coşkulu dava arkadaşlarından ayıran en önemli özelliği serinkanlı ve olduğu gibi bakabilen biri olmasıydı. O sebeple baktığında bütününü görüyordu olayın.

Akif Emre işsiz kaldığında bile hak bulmadığı işleri yapmayarak, çıkar odaklı davetleri reddederek, kimsenin artı değerinden nemalanmayarak dosdoğru yaşadı. Bu yaşama biçimiyle onların dünyevi hırslarına ayna oldu. Bedeli ne kadar ağır olursa olsun, kimseye şikayet etmedi. Ödün vermedi gerçeğinden.

İşsiz kaldığında onu arayıp sormayanların cenazede ön safta gösterişe kalkışmalarını seyrederken biz, Nihal Bengisu Karaca şöyle dedi: “Belki birçok konuda ayrı düşüyorduk. Ama hayatımda el emin sıfatını kullanabileceğim tek kişiydi tanıdığım!”

Evet, Akif Emre bundan böyle herkesin vicdan ölçüsü olacaktır. Bundan gayrı emanet mi olur ehline!

***

AKİF EMRE’NİN MAKALELERİNDEN

Muhafaza ettiğimiz Akif Emre’nin makalelerinden bazı çok manidar kısımlar nakledip (yenişafak gaz.), meraklıların tamamına dijital devrimden istifadeyle ulaşabileceklerini ümid ve temenni ediyorum.

Amerika’yı keşfetmenin bedeli (18.11.2014)

Amerika’yı kimin keşfettiği tartışması hiç de yeni değil. Üstelik Müslümanların muhtemelen daha önce bu kıtaya varmış oldukları bilgisini, başta Batı bilim çevreleri olmak üzere aklı başında olup kabul etmeyen kimse de yok.

Temel sorun “keşif” kavramına yüklediğimiz anlamla alakalı. Mesela, Ümit Burnunu Avrupalılar keşfettiğinde insanlık keşfetmiş sayılıyor. Oysa dünyanın geri kalan kısmı bu güzergahı biliyor, kullanıyordu. Nitekim Ümit Burnunu ilk kez dolaştığı kabul edilen Avrupalı Vasco da Gama’ya yol gösterenler Müslüman gemicilerdi. Demek ki keşfedilen yeni bir şey yok; yeni olan Avrupalıların cehaletlerini keşfetmeleriydi.

Avrupa’daki bilimsel gelişmeler ve modern bilim anlayışının insanlık için ne anlama geldiği gibi derin mevzuyu atlayarak kolayca sahiplenmek bir bakıma Batı ile suç ortaklığı yapmaktır.

Amerika’yı Müslümanların keşfetmiş olmasının ötesinde Amerika’yı en son keşfeden Avrupalıların burayı hangi amaçla “keşfettikleri” ve oradaki kadim medeniyetlere ne yaptıkları sorusu varlık görüşüyle alakalıdır. Maddi medeniyetin Amerika kıtasındaki maliyeti ile Batı’ya sunduğu refah arasındaki çelişkiyi sorgulamayan keşif, bilimsel devrim gibi güzellemeler en azından ahlaki temelden yoksundur.

Seküler muhafazakarlık hâli (15.07.2014 )

Türkiye”de yaşayan herkesin hoşuna gitse de gitmese de son on yılda hayatlarımız değişti; en azından ekonomik göstergeler açısından ve yaşadığımız şehir/çevre, tüketim alışkanlıklarımız, vatandaş-devlet ilişkisi gibi pek çok alanda önemli değişiklikler oldu.

Yaşadığımız son on yılda tüketim alışkanlıklarından hayat tarzında belli bir kesimin birkaç basamak yukarı çıkmasının bedeli üzerinde düşünmek zorundayız. Daha güçlü, daha zengin, daha muhafazakâr ve daha dindar bir ülke formülü kulağa hoş gelse de sorulması gereken doğru soruları erteleme lüksümüz yok.

Hatta hemen hiç üretmeden küresel kapitalizmin ürettiklerini gönüllü tüketmeye razı müşteriler haline getirilme durumunun çarpıklığı üzerine sorular üretmek mesela, artık hiç de yer bulmuyor Müslüman zihinde. Müslüman zihin bireyselleştiği ölçüde sekülerleşiyor, sekülerleştiği oranda da küresel pazara eklemlenmesi, sorgusuz teslim olması daha kolaylaşıyor.

Tüm bu hikayede bir de her şeye rağmen kaybedenleri, pastadan pay almak yerine altta kalanları hatırlamayı erteleyen, yok sayan, sorgulamayan bir büyük misyonla efsunlanmak ne dini davranıştır, ne de dini düşünüşle bağdaşır.

Türkiye, Osmanlı’nın neyi olur?  (09.04.2013 )

Türk siyaset söyleminde tarih, herhalde hiç bugün olduğu kadar günceli anlamak için bir başvuru kaynağı olmadı. Osmanlı hiçbir zaman bugün olduğu kadar siyasal ve toplumsal sorunları çözmek için referans kaynağı olmadı. Üstelik başlatılan bu süreçte iktidar, Kürt siyaseti ve devlet/statükodan yana taraf olanların hepsinin de Osmanlı modeline, Osmanlı uygulamalarına gönderme yapan cümleler kurması, “Osmanlı”nın yeniden icadı” mı yoksa bir tıkanmışlığın göstergesi mi?

Son dönemde olur olmaz her durumda medeniyet kavramının, içi boşaltılarak, adeta dinin yerine ikame edilerek kullanılmasına karşı çekincelerim olmasına rağmen tam da bu noktada medeniyet fikri olmadan ne günceli ne de geçmişi anlamamız, anlamlandırmamız imkansız. Olsa olsa politik mülahazalara cevap niteliğinde altı asırlık koca imparatorluğun uygulamalarından kullanışlı örnekler çıkartılabilir.

Oysa Osmanlı’nın dünya görüşü, ait olduğu medeniyetin değerler sistemi ve bunun politik, stratejik, sosyal, kültürel yansımaları bütün olarak göz önüne alınmadan Osmanlı sistemi çözümlenemez, anlaşılamaz. Her medeniyet gibi Osmanlı (medeniyeti) de kendi bütünlüğü içinde değerlendirilip, uygulamaları meşruiyetini aldığı referans çerçevesi ve hedeflediği insan ve toplum, devlet modeli içinde değerlendirmeli. Bu açıdan tarihin en uzun ve en büyük klasik imparatorluklarından biri olarak Osmanlı’nın her şeyiyle bütüncül bir tutarlılıkla siyaset yürüttüğü iddia edilemez. Ancak temel siyasetin meşruiyetini, Osmanlı’yı var kılan değerler sisteminden, medeniyet tasavvurundan aldığını sürekli göz önünde tutmak zorundayız.

Bir medeniyetin varisleri o medeniyetin değerlerine sahip çıkanlardır. Bireysel tercihleri bir kenara bırakacak olursak, ne devlet adına statükoyu savunanların ne de statükoyu aşmak adına Osmanlıyı referans alan muhafazakar iktidarların Osmanlı’nın devamı olmadığı gibi, Kürt ulusalcılığının ironik biçimde kendine Osmanlı’dan referans almasının gerçekçi bir karşılığı yoktur.

Temel metinlerden yoksun üniversite? (04.02.2016)

Bir toplumun geçmişe sahip olması ile hafıza sahibi olması aynı şey değildir. Tarihin derinliklerinde uzanan geçmişi olmasına rağmen tarihi olmayan milletler çoktur. Olanca iddiamıza rağmen bizler de hafızası olmayan bir toplum haline geldik. Tarihsel anlamda büyük imparatorluğun mirasçısı olmakla övünsek bile bugünkü halimizle tarihi olmayan bir milletiz. Geçmişimizden tarih yapamıyoruz zira tarihi reddetmiş bir toplumuz.

Kendi değerlerine hassasiyeti olmayanlar farklı kültürlere, birikimlere de saygı duyamazlar, bigane kalırlar.

Her kültürün temel metinleri vardır. Bir edebiyatın kanun’u sayılan eserleri üretemeyen hiçbir gelenek evrensel eserler veremez.

Kurucu metinlerden mahrum olan hiçbir kültür bir medeniyet inşa edemez.

İslam medeniyetinin ortak metinlerinden daha özelde Osmanlı medeniyetine ait kaç eser ismi verebilir ortalama bir üniversiteli genç? Aynı soru Batı uygarlığının kurucu metinlerinden ne kadar haberdardır şeklinde de sorulabilir.

Elime geçen Amerika’da son onbeş yılda yapılan bir araştırmaya göre en önde gelen üniversitelerde okutulan temel metinler sıralanmış. Buna göre ilk dört sırada şu isimler var:

Eflatun, Hobbes, Machiavelli, Aristo…

Bugün modern Batı uygarlığı dediğimiz yapının temel ayaklarını teşkil eden isimler. Klasik Yunan’dan başlayarak kurucu babalar; hemen her ciddi üniversitede bu isimlerin temel metinler olmazsa olmazı.

Üniversiteler bir toplumun kendi geleceğini inşa ettiği, kendini tanımladığı kendi olduğu kadar evrensel ölçekte bilim ve düşüncenin üretildiği en üst kurumlar olmalıdır. Bizde bunun karşılığı olsa olsa medresedir. Ancak medrese geleneği çökmüş; yerine adı üniversite, içi kimliksiz ve özgün hiçbir yanı olmayan, derinlikten yoksun kurumlar ortaya çıkmıştır. İlahiyatta felsefeyi yasaklayan, felsefede Gazali’yi okutmayan, yüz yıl önceki metinleri bile doğrudan okuyamayan bir aydın zümre yetişiyor.

Bu temelsizdik ve hafızasızlıkla ancak piyasaya ara elemanlar sunan; kendi kendini sömürgeleştiren entelektüel tipler yetiştirebiliriz.

Mahallesiz şehirler (27.11.2012 )

Modern şehirler kurmak adına çarpık şehirleşmelere kurban ettik kaç nesli. Geleneksel insan ve çevre anlayışına uygun mekanların yerine tabiata, insana, değer yargılarımıza başkaldıran, bizi bize yabancılaştıran şehirler kurduk.

İnsana, tabiata ve yaratıcıya yabancılaşmış şehirlerde, öykünülen Batı tipi modern hayat alanları kurulamadığı gibi yüzlerce yılın imbiğinden geçmiş taş ve ahşabın, estetik ve değerin, birey ve toplumun ilişkisini şekillendiren şehirlerimiz, mahallemiz, sokağımız da elden gitti… Tarihe, sokağa, ferde, komşuluğa yabancılaştık.

Ne sağlamlığı tesis eden, ne estetiği somutlaştıran, ne insanı önceleyen, ne de trafik sorununu çözen şehirleşmemiz tam bir kaos ortamı oluşturdu. Bu şehir ilişkisinden ne birey çıkar ne cemaat… Yer sarsılsa altında kalacağımız bu çürük ve her anlamda mesnetsiz, temelsiz, referansız şehirlerden ancak onları yıkarak kurtulabileceğimizi anladık; yahut yıktıkça güzelleşecek bir çirkinlik modernleşmesi ürettik..

Sitede yaşamak bireysellik ve bencillik üzerine kurulmuştur; daha doğrusu üst üste, yan yana yığılmış ilişkiler toplamı demektir. Gettolaşmanın modern zamanlara uyarlanmış, ruhsuz bir biçimi; hem de gönüllü biçimi… Sokağı, caddesi olmayan, topografyasız bir mekan anlayışının haritasız mekanı siteler…

Oysa bir şehrin kalbi sokaklarında, caddelerinde ve nihayet mahallelerinde atar. Sokaklar şehrin ruhudur; bilhassa arka sokaklar, çıkmaz sokaklar…

Sitelerin birey ve bireyselciliği yerine özgüveni dirilterek şahsiyet olma imkanı verir mahalle. Mahallenin her geçen gün kaybolması; insan ilişkilerimizin yozlaşması, bireyin, bireycileşerek bencilleşmesi, sevincin, hüznün tek başına yaşanması, insanın olanca kalabalıklar içinde tek ve tenha kalması sonucunu doğurur. Her tür destekten mahrum, mesnetsiz ruhlara dönüşen insanlığımız…

Osmanlıca yahut hafıza söküm (06.12.2014 )

Gençlerin Osmanlıca öğrenmesi meselesinde aklı başında aydının değil itiraz etmesi bir an evvel hayata geçirilmesi için çaba sarf etmesi gerekir. Gittikçe kamplaşan memlekette bu konuda yeni bir kutuplaşma konusu olmaya aday görünüyor.

Önce şu hususun netleşmesi gerekiyor: Osmanlıca yabancı bir dil midir? Eski/mez harflerle yani Arap alfabesi ile yazılan Türkçe demek buna verilecek en sağlıklı cevap olur. Selçuklu, Osmanlıdan bu tarafa bu milletin (tüm etnik farklılıklarıyla birlikte) kullandığı, kendi ses sistemine göre düzenlediği bir alfabeden bahsediyoruz. Temelde Arap alfabesi kullanılmakla beraber Türkçe ses yapısına uygun işaretleme ve harflerle dilimize uygun hale getirilen bin yıldır kullandığımız yazı sistemine yabancı kalışımızın hazin manzarasından söz ediyoruz.

Kendi değerlerinden korkan bir aydınlar ve akademisyenler batılılaşmacı bürokratik elitle kol kola tarihin en büyük hafıza sökümünü gerçekleştirdi.

Osmanlıca dediğimiz eski Türkçe, ait olduğumuz İslam medeniyetinin değerleri ve kavramlarıyla anlamını bulan, zenginleşen, çağrışımlara sahip bir dildir. Her medeniyetin entelektüel ve ilmi dili elbette bir seviye farkı gösterir. Osmanlıcayı salt elitlerin, saray diline indirgemek insafsızlık olur. Kaldı ki son yüzyıldaki Türkçe, kavramlarımızı koruyan sadeleşmiş ait olduğumuz medeniyet havzasının ürünü bir dil olarak son derce anlaşılır hale gelmişti.

Osmanlıca okuyamayan Osmanlıcaya hakim olmayan bir aydının, sanatçının kendi kavram dünyasını üslubunu geliştirmesi muhal.

Bu anlamda en azından okuyup belli metinleri anlayacak düzeyde bir eski Türkçe eğitimi yarınlarımız için gereklidir. Sorun, bu eğitimin hangi yetişmiş kadrolarla ve ne kalitede verileceğidir. Gerekliliğini tartışmak abesle iştigal olur.

***

Akif Emre idrak irtifaı, tefekkür menzili ve ihatalı ifade kabiliyeti yönleriyle Sezai Karakoç, Rasim Özdenören, E.Nazif Gürdoğan, Erdem Bayazıt ağabeylerle de benzerlik/ yakınlık taşır. Üstad Akif Emre’nin eserleri vefakâr nâşir Mustafa Kirenci’nin Büyüyenay Yayınları’nca neşredilmektedir. Mustafa Kirenci’ye şükranlar, Akif Bey merhuma ve diğer ismi şerifi geçenlere rahmet ve mağfiret niyaz ederiz.

Orhan Alimoğlu

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu