Reşat ÖzcanTöreli HikâyelerTöreli Yazılar

Çocukluğumun Bolu Ramazanları – 2

Çocukluğumun Bolu Ramazanları – 2

Ramazanla ilgili yazı yazmak Ramazan pidesi pişirmeye benziyor…

Yazıyı Ramazan’da yazmak zorundasınız bir kere…

Soğutmaya gelmez…

Sıcak sıcak olmalı…

Dumanı üstünde tütmeli…

Bir de güllaç tadında olmalı yazınız…

Çocukluğumun Bolu’sunda otuz Ramazan’ın neredeyse yarısından fazlası, ya size gelen misafirlerle ya da davet edildiğiniz sofralarda geçerdi…

Sanırım biraz da mütekabiliyet esası geçerliydi. Davet ettiğiniz misafirler o mutlu gecenin hitamında ayrılırken ,“Falanca akşam da siz bize buyurun” demeden kalkmazlar, yarım kalan muhabbetin devamına kapı aralarlardı…

Mübalağa etmiyorum, ama nasıl bizim Çukur Çeşme Sokak o yıllarda bize Ali Sami Yen Stadyumu gibi geliyor idiyse, kurulan o iftar sofraları da minik muhayyilelerimizde kuş sütü eksik saray davetleri tadı bırakırdı…

Sere serpe iftar sofrasının olmazsa olmazları iftariyeliklerdi… Rendelenmiş peynire bana bana yenilen gül reçeli, zeytin ve hurma ile ne kadar güzel bir kapı açardı… Ezanın okunması ile birlikte başlar öne eğilir, sessizce dua edildikten sonra ya zeytin ya da hurma ile oruç açılırdı… Tabi biz çocuklar aşırı hararetin tesiriyle ilk adımda suyu kafamıza diker, bir yandan da “oğlum karnını suyla doldurma” diyerek yükselen tembihatların sertlik derecesini göz ucuyla süzmeye çalışırdık…

Hurmanın menşei üzerine zuhur eden kısa bir muhavere sonrasında çorba faslına geçilir, ekseriyetle de davetlerde Bolu’nun meşhur yoğurtlu ve tereyağlı düğün çorbası servis edilirdi…

Çocukluğumun iftar yemeklerinden hatırladığım en baskın hanım karakterleri elbette en başta annem, sonrasında ise yengelerim ve halamdı şüphesiz…

Üç erkek kardeştik ve bizimle kalan dedemle birlikte tam beş erkek annemin eline bakıyorduk… O zavallı hamarat kadın bütün gün oradan oraya koşturur, onca erkeğin hizmetini görür ama asla offf dediğini kimsenin duymasına fırsat vermezdi… Ama, Allah şahit, farklı yaşlardaki üç oğlan annemize olanca gücümüzle destek olmaya çalışırdık… Sofraların olmazsa olmazı üzümlü kabak hoşafının eşlik ettiği envai çeşit sıcak yemekler bu gün hala gözümde tütüyor. Annemin yumuşacık anne köftesi, Emine yengemin meşhur sarmaları ve kıymalı böreği, Hatice yengemin minik minik patatesli köfteleri ve Safure halamın evin orta yerine kurulu ocakta yanan harlı ateşin üstünde çömlekte pişen kuzu  haşlaması nasıl unutulur..?

Sahurlarda ise ekseriyetle yağlı gözleme ya da bugün artık hiçbir Bolulu evde rastlamadığım fitil makarnası, etli makarna ya da o gün kıyma yoksa el makarnası gibi şeyler yenirdi… Teravih sonrası annemin ortaya koyduğu sofrada yoğurduğu hamur topağından, minik minik parçalar kopartıp, sonrasında da sofrada elimizin ayasında yuvarlayarak şekil verirdik… Tepside dizili makarnaları haşlayan annem, tereyağında kavurduğu keş ve ceviz sosu ile geniş bir sahanda servis ettiğinde uykulu ama aç gözlerle makarnayı tabi ki yine hoşaf eşliğinde kaşıklardık… Böyle bir sahur yemeği yedikten sonra akşama kadar ekseriyetle açlık hissetmez ama ağır makarnanın tesiriyle hararetten serap göre göre iftarı gözlerdik…

Bu yazıyı iftara doğru okuma gafletine düşenler “Yahu kardeşim, yeter! Canımıza kastediyorsun…” diyecekler, biliyorum, en iyisi fazla fırça yemeden bu konuyu geçelim…

Neşeyle yenen iftar yemeğinden sonra, büyüklerin göz işaretiyle, yanılırım korkusu ile  sesi çatallaşan bir çocuk yemek duasını okurdu. Sonrasında ev sahibi “Haydi bakalım, kırk lokma daha yeyin…” diyerek misafirlere ısrarda bulunur, latifelerle karışık birkaç lokmadan sonra şaşırtıcı bir hızla sofralar kaldırılır, abdestler alınır cemaatle akşam namazına durulurdu… Sonrasında çaylar gelir derin bir sohbete dalınır, teravih namazının yaklaşması ile toparlanılır ve evde kalan hanımlara karşılık erkekler camilere geçerlerdi…

Akraba ya da komşuların haricinde soframızda sık sık Allah misafirleri de olurdu… Akşam ezanını okuyup eve iftara gelen babam, camiye gelmiş yolcu ya da kimsesizleri eve getirir, onların kapıdan girmesiyle hemen toparlanılır, gelenlere yer açılır ve sofraya yeni tabaklar ilâve edilirdi…

Teravih namazlarında her akşam bir camiye gitme alışkanlığını yıllarca sürdürdük… Tabi bir an önce namazı bitirip kapağı eve atma telaşındaki biz çocuklar, ya da o yılların tek caddesi olan bu günkü adıyla İzzet Baysal, o gün ise latifeyle karışık Mecburiyet Caddesi’nde çekirdek çitleyerek volta atma özlemiyle tutuşan abiler, namazı hızlıca kıldıran jet imam söylentilerinin peşine düşer, nedense on dakika erken camiden çıkmayı biraz da kâr bellerdik…

O yıllarda yaz aylarına rast gelen Ramazanların bir başka unutulmaz panoraması ise elbette ki Karaçayır’da kurulan Bolu Panayırı’nın Ramazan’a kattığı renklilikti… Biliyorum ki o yıllarda yaşamış her Bolulu’nun hayatında derin izler bırakmıştır panayır… Hasat kaldırmış, cebi biraz da olsun para görmüş köylüler akın akın traktör denklerinde panayıra koşarlardı… İftar öncesi aç susuz çadırların arasında dolaşır, iftar sonrası neler yapacağımızın hayalini kurardık… İftar sonrası şehrin her mahallesinden insanlar panayıra akın eder, envai çeşit ürün satan seyyar dükkanlar dolaşılır, kamu kurumlarının birbirleriyle yarıştığı tanıtım stantlarını gezerken sanki Dünya turuna çıkılırdı… Ellerimize sımsıkı bağladığımız uçan balonlarla havalı havalı gezinirken bir an olsun annemizin elini bırakamazdık… Yürümekten ayaklarına kara sular inmiş büyükler o yıllarda pek bir moda olan İtfaiye Çay Bahçesi’nde renkli masaların etrafında dinlenirken, abilerimizin ellerine tutuşturulan paralarla lunaparkın yolunu tutar, çılgınlar gibi eğlenirdik… Sahura kadar açık olan panayır halk arasında “Panayır, para yir…” darbımeseli ile anılır, acaba bu yıl farklı neler gelmiş merakıyla çayır sokakları dolaşan insanlar, Belediye tarafından musluklarından bedava ayran akıtılan çeşmenin önünde kuyruğa girerlerdi… Hele bir de babamız paraya kıyıp da itfaiye meydanında sıra sıra dizilmiş atlı paytonlara ailecek binmemize ve eve tıngır mıngır gitmemize izin vermiş ise, bundan daha büyük bir mutluluk olamaz sanırdınız….

Elbette ki, hızlıca namaz kıldıran imamlara karşılık, hatimle namaz kıldıran hocalar da boy gösterir, onları tercih etmek önemli bir takva göstergesi olarak kabul edilirdi… Ezkaza bilmeden yoldan geçerken yolunuz o camiye düşmüşse vay halinize… Kıl Allah kıl… Teravihi kan ter içinde bitirip, vitir öncesi duaya kavuşmuşsanız eğer, ayakkabılarınızı nerede bıraktığınızı düşünmeye başlardınız. Şehrin dini bütün insanları bu camilerde namaz kılmaya özen gösterirlerdi, zira hatimle namaz kıldırmak gibi ehliyet isteyen bir işi her hoca üstlenemezdi… Aşere-takrip usulünce kıraat etme vukufiyetine haiz hafız efendilerin arkasında saf tutan insanlar derin bir huşu içerisinde namazlarını ikmal ederlerdi…

Yaşanmış bir anekdotu da anlatarak biraz şenlenelim… İsmini vermeyeyim, yakınlarda bir caminin yeni görev almış olan, biraz da sorumluluğunu idrakte sıkıntıları olan bir müezzinin komik hikâyesi kalmış kulağımda o yılların Ramazan’larından… Müezzin efendinin gevşekliğine inat, imam efendi de alabildiğine ciddi, vakur ve elbette ki teravihleri hatimle kıldırıyor… Öyle ki mübareğin kıldırdığı bir dört rekât neredeyse yirmi dakikayı buluyor… Rivayet o ya caminin hemen yakınında da bir çay ocağı var… Müezzin efendi dört rekât aralarında “Sallû alâ Muhammed…” diyerek cemaati hızla ayağa kaldırdıktan sonra herkesin namaza durduğundan emin olunca doğru çay ocağına gider, çayını yudumlayıp, dakika hesabıyla camiye dönermiş… Ta ki  diğer “Sallû alâ Muhammed…” nidasına kadar… Tabi, bir müddet sonra durum anlaşılınca soluğunu ücra bir köy camisinde aldığı anlatılırdı gülünerek..

Elbette ki o yılları bu günden ayıran en temel faktör, mahalle kültürünün son derece canlı bir şekilde insanlar üzerinde müessir oluşu idi. Kim evine ekmek götürüyor, kim götüremiyor, kimin evinde aş kaynıyor ya da kaynamıyor, kim işsiz kim güçsüz, kim hasta kim yatalak, her bir ayrıntı bilinir ve takip edilirdi…

Mahallenin delilerinin bile mahalleli tarafından gözetimine dair sosyal güvence, bu günün en gelişmiş sigorta sistemlerinden daha ileriydi. İftar öncesi tatlı bir telaş başlar, mahallede garip-guraba olup da evinden çıkamayan kim varsa tepsilerle o evlere yemekler taşınırdı, “annemin selâmı var” diyerekten…

Evet, gerçekten de “Nerede, o eski Ramazanlar?” demek geliyor insanın içinden…

Dün gece, Büyük Cami’de teravih kılınırken, on metre yanı başında bulunan ve maalesef bir kafeye kiraya verilen Aşağı Taşhan’dan gelen müzik seslerine şahit olunca bir kez daha bu kanaatimi pekiştirdim… Tekbir seslerine karışan “ye, iç, gül, eylen…” nidaları, caminin üstünde uçuşan güvercinlerin bile hoşuna gitmemişti…

Selam ve dua ile…

Reşat ÖZCAN

 

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu