İnsânın vatanı neresidir..? Vatandan ayrılmak ne demektir..? İnsan kaç sefer vatandan ayrılır..? Töreli bir tefekkürle bu sorulara nasıl cevap verilir..?
Aslında her şeyle berâber tüm ayrılıklar da vücûd veyâ varlık aynasındaki bir taayyünle, bir tecelliyle başladı… Cemâl-i Mutlak, Âlem-i Lâhût aynasında; Âlem-i Lâhût, Âlem-i Emr aynasında; Âlem-i Emr ise Âlem-i Mülk aynasında tecellî ettiler… Ve… Lâtaayyün mertebesi, Taayyün-i Evvel aynasında; Taayyün-i Evvel mertebesi, Taayyün-i Sânî aynasında; Taayyün-i Sânî mertebesi, Âlem-i Ervâh aynasında; Âlem-i Ervâh mertebesi, Mertebe-yi Misâl aynasında; Mertebe-yi Misâl mertebesi, Mertebe-yi Ecsâm aynasında; Mertebe-yi Ecsâm mertebesi ise, Mertebe-yi İnsân aynasında tecellî ettiler…
Tasavvuf geleneğinde bu âlemlere ve mertebelere hazarât adı verilir ki bunlar yaratılış ve türeyiş serencâmında insânın hâzırlanış hazretleri, yânî safhalarıdır… Bu, Allâh’ın -“töre” adında vecîz ifâdesini bulan- yaratma ilkesinin dosdoğru çizgisidir… Bu âlemler ve mertebelerin her biri insânın bir vatanıdır; dikey-düşey hareketle Âlem-i Mülk’teki Mertebe-yi İnsân’a kadar seyreden insan, her tecellîde bir vatanından ayrılmış olur… Dolayısıyla insânın en aslî vatanı, Lâtaayyün adı verilen mertebedir ki o mertebe için henüz ilâhî taayyünden ve ilâhî tecellî ya da ilâhî cilvelenmeden bahsetmek mümkün değildir…
Mevlânâ-yı Rûmî’nin, Mesnevî’nin başında “ney”in dilinden
Bi’şnev în ney çün hikâyet mîkuned
Ez-cüdâyîhâ şikâyet mîkuned
K’ez-neyistân tâ merâ bu’brîdeend
Ez-nefîrem merd ü zen nâlîdeend
beyitleriyle anlatmaya başladığı bu celâ-yı vatan yânî anayurttan ayrılış mertebelerini, Sezai Karakoç “sürgün” olarak nitelemektedir… Bu, tohumdan fidana, fidandan dallanıp budaklanmaya sürüp giden bir sürgünlenmenin yanık, yakıcı hikâyesidir..:
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği…
İnsânın aslî vatanı olur da kavramların ve kelimelerin olmaz mı..? İşte, kavramların ve kelimelerin bu aslî vatanlarına doğru yolculuğun, töreli iştikâkın kılavuzluğunda gerçekleşebileceğini evvelemirde söylemek gerekir… İştikâk, kelimelerden hareketle kavramların da soydaşlık ve kökteşlik alâkası ile bir arada bulundukları aslî vatanlarından ayrılış mâcerâlarını anlamaya ve yorumlamaya çalışır… Bu iştikâk denemesinin konusu da bizâtihî taayyünler ve tecellîler yoluyla bu ayrılışı ifâde eden kelimelerdir…
Celâ, “berâber olduklarından ayrılma; âilesinin, sevdiklerinin yanından ayrılma; gurbete çıkma” anlamlarındadır… Töreli Türkçe metinler evreninde daha çok celâ-yı vatan (vatandan, anayurttan ayrılık) terkîbinde karşılaşılan bir kelimedir…
Cilâ, “parlaklık, parıltı” anlamlarına gelmektedir…
Cilve, “olanca güzelliğiyle ve tüm parlaklığıyla kendini görünür kılma, gösterme; gösterişli hareketlerle göze görünme çabası; nâz, edâ, tavır, işve” anlamlarında kullanılmaktadır…
Bu kelimelerin iştikâkıyla alâkalı tefekkür ve yorumlama dâiresine şu kelimeleri de dâhil etmek yerinde olacaktır..:
Tecellî, “parlama, parıldama; gözükme, göze görünme; gizlilikten ortaya çıkma; kendini âşikâr kılma” anlamlarına gelmektedir… Tecellî kelimesinin -bilhassa tasavvuf edebiyâtında- “taayyün” kelimesinin yerine de kullanıldığı görülmektedir… Söylenebilir ki, tecellî, celâ – cilâ – cilve kavram-kelimelerini bir iştikâk merkezi etrâfında toplayabilen mühim bir kavram-kelimedir… Hulâsa, tecellî “celâlanma, cilâlanma, cilvelenme” şeklinde de tanımlanabilir…
Meclâ, “görünme, gözükme yeri; cilve ve tecellî mahalli; cilvegâh; ayna” anlamlarında bir ism-i mekândır… Tasavvufun “ayna nazariyesi” ışığında meclâya dâir şöyle bir çıkarımda bulunmak mümkün olabilir..: Bir “celâ mekânı” olarak meclâ, her seferinde aslından bir mertebe daha kopan, ayrılan her bir varlık mertebesinin yansıma ve ayrılma mekânıdır…
Mücellâ, “cilâlanmış, cilâlı; parlak, parıltılı; görünür, görünebilir, gösterişli olan” anlamlarındadır… Mücellâ, bir insan ismi olarak da “çok parlak, çok cilveli kadın” demektir…
Celî, “uzaktan bakılınca seçilebilecek büyüklükte olan; açık, âşikâr; iri” anlamlarını karşılamaktadır… Bilhassa, hüsn-i hatt ıstılâhında “kitâbî yazı boyutundan büyük, levha ve duvar hattı boyutu” karşılığında kullanılmaktadır..: Celî sülüs, celî ta‘lîk gibi…
Celâ, -ten gözü için değil belki ama- cân gözü için bir cilâ vesîlesidir; sılada kalan sevenlerin, sevilenlerin ve sevdâların tecellîleri, cilvelenmeleri, celâ-yı vatan gurbetine çıkmış garîbin can gözünü cilâlar ve gönül aynasına cilâ çekerler… Sılada kalanların sevgileri ve hâtıraları, garîbin cân gözünde daha da büyürler, celî hâle gelirler; öyle ki, artık zâhirden ve uzaktan bakıldığında bile farkedilebilirler…
Töreli âşıklıkta celâ-yı vatan yoluna düşmek, bundan dolayı değil midir..? Celâ, aşkı ten gözünden cân gözüne, zâhirden bâtına, gönden gönüle indirip muhâfaza altına alan bir cilâdan başka nedir..? Celâ, âşıkların gönül aynalarına cilâ çekerek onları aşk âteşine karşı korunaklı hâle getiren bir kaderî tecellîden başka bir şey midir..?
Celâ, bir bakıma cilvedir… Yânî, âidiyet hissedilen yerden ayrılık, kaderin bir cilvesidir… Celâ-yı vatana düşmüş garîbin gönül gözü, tüm arkada bıraktıklarının cilveleriyle, cilvelenmeleriyle doludur; vatanda kalanlar, dâimî sûrette bu garîbin gönül meclâsında tecellî ederler…
Sevgililerin, birbirlerinin ten gözüne yaptıkları cilveler geçicidir, uçucudur; ama, birbirlerinin can gözlerine yaptıkları cilveler en derûna işleyicidir, derinde kalıcıdır ve gönül aynasında dâimâ tecellî edicidir…
Her tecellî, bir celâdır, aslından ayrılmadır… Kazâ da bir tecellîdir; kader levhasından, yânî Levh-i Mahfûz’dan bir celâ, bir ayrılmadır… Zîrâ, kaderin bir tecellîsi sayılan kazânın anayurdu, Levh-i Mahfûz’dur… Bilindiği üzere, her bir kazâ için “kaderin bir cilvesi” denmektedir ki bundandır…
Cilâ, bir nesnenin yüzünü, yüzeyini yalıtarak hem hâricî sebeplerle bozulmaktan koruması hem de daha parlak, gösterişli ve farklı göstermesi yönünden bir bakıma celâ yânî ayrılma sayılmaktadır… Her yalıtım, esâsında bir tecrid ve bir ayırmadır; dolayısıyla, her cilâ nesneleri aslından, aslî özelliğinden ve görüntüsünden bir ayırma, bir uzaklaştırmadır… Ezcümle denilebilir ki..: “Her cilâ, bir celâdır…”…
Cilâ, cilvenin, cilvelenmenin ve tecellînin ön şartıdır… Cilâ, bir yüzü ya da yüzeyi cilveli hâle getirir… Güzelliklerin veyâ kaderdeki güzel nakışların, vücûd ya da varlık aynasında kâmilen tecellî edebilmeleri, cilvelenebilmeleri için, bu aynanın tam ve mükemmelen mücellâ, yânî tam cilâlı ve parlak olması gerekir…
Cilâ ile cilve arasındaki ilişkiden hareketle, “cilâlı olan cilvelidir ve ancak cilâlı olan cilveli olabilir” sonucuna ulaşmak mümkündür…
Cilve, celâdır, ayrılmadır… “Kaderin cilvesi” tâbîri, gurbet, ölüm gibi celâ durumlarında kullanıldığında yerli yerince kullanılmış ve tam anlamını kavramış olur… Cilve, âdetâ muhâtabın rûhunu bedeninden celâya düşüren, ayıran bir tecellîdir… Kezâ, nâmahrem bir cilve, mahremler arasına da bir celâ düşürebilmektedir…
Cilve, cilâsını göstermektir… Cilve, cilâlı yüzünü, yânî kendisine hâs parlak güzelliğini âşikâr olarak sunmaktır…
Bu kavram-kelimeler töreli Türk şiirinde nasıl ma’kes bulmuştur..? Birkaç misâl üzerinde müşâhede etmek yerinde olacaktır…
Yenişehirli Avnî Bey, na’t-ı şer’ifindeki
Seni bir kez görenler şübhesiz Allâhı görmüşdür
Yüzündür cilvegâh-ı sırr-ı Sübhân yâ Resûlallâh
beytinde, celâ ve tecellînin Taayyün-i Evvel mertebesine işâret ederek Habîbullâh -aleyhissalâtu vesselâm- efendimizin nûrunun, Allâh teâlânın ilk taayyün cilvegâhı, meclâsı, yânî aynası olduğunu dile getirmektedir…
Yenişehirli Avnî Bey, bir tevhîd şiirinde ise
Çünkü sen âyîne-yi kevne tecellâ eyledin
Öz cemâlin çeşm-i âşıkdan temâşâ eyledin
diyerek, “hüsn-i mutlak”ın, yânî cemâlullâhın kâinât aynasında tecellî ettiğine; bu tecellînin de kemâliyle âşık-ı sâdıkın gönül gözüyle seyredilebileceğine işâret etmektedir… Hattâ dahası, âşık-ı sâdıkın gönül meclâsından kendi kendisini temâşâ eden de bizâtihî cenâb-ı Hakk’tır…
İlk sürgün ânından îtibâren rûhunu kuşatmış olan celâ-yı vatan duygusunu yüksek bir şuûr hâliyle yaşatmaya çalışan kâmil insan, aynalaşarak aslî vatandan gönderilen tecellî nûrlarının da cilvelendiği bir meclâya dönüşür… Sâbir-i Pârsâ, bundan gâfil olunmaması husûsunda tenbih ve îkazda bulunarak şöyle söyler:
Cilve-yi envâr-ı Zâta mazhar u meclâ bizüz
Aç gözün dervîş kim dünyâ vü mâfîhâ bizüz…
Aynı minvalde bir îkazla Hayâlî Beg de insânın, cemâlullâhın cilvegâhı olduğuna, ancak şuursuz bir şekilde bu sıfatından habersiz olduğuna dikkat çekmektedir:
Tecellî eyledi sende cemâl-i sun’-ı Yezdânî
Velî âyîne gibi ol sıfatdan bî-habersin sen…
Misaller misallere ulanır, Âlem-i Misâl’e köprü olur… Sözü ıtnâb vâdîsi sürgününe göndermemek, daha fazla uzatmamak gerek…
Allâh, cümlemizi cilvelerine, tecellîlerine meclâ kılsın…
Allâh, cümlemizi cân cilvegâhının idrâkinde olan mücellâ gönüllülerden eylesin…
Allâh, cümlemizi celâ-yı vatan duygusunu şuurla muhâfaza edenler zümresine dâhil etsin…
Selâmet ve letâfetle, efendim…
Abdülkadir DAĞLAR