Dünyayı olayların mı yoksa fikirlerin mi çekip çevirdiği, değiştirdiği veya dönüşüme uğrattığı ile ilgili olarak keskin yargılara varma konusunda temkinli olmalıyız. Tarihi ve toplumu incelerken ilk bakışta olayların dünyayı değiştirdiği konusunda bir kanaate kapılabiliriz. Devletlerin ve toplumların oluşumunun ya da dönüşümünün savaşlar ve devrimler gibi istisnaî olayların bir neticesi olduğu şeklindeki yaygın akademik anlayış bizim böyle düşünmemize neden olabilir. Ancak olaylar ilânihâye hareket halinde değildir, bir noktadan sonra ivmesini kaybeder ve sakinleşirler. Olayların sakinleşme aşaması, fikirlerin nöbeti devraldığı bir seviye demektir. İnsan kalabalıkları, zikredilen bu dönüştürücü olaylar karşısında fıtrî olarak belli bir konum alma eğilimi içindedirler. İnsanoğlu zoon politikondur, olaylar karşısında konumlanmadan yaşayamaz. İnsan kalabalıklarının alacakları konum olaylarla ilgili bir anlam rejimini gerekli kılar. İnsan kalabalıklarını, “kalabalık” olmaktan çıkararak kolektif kimliğe sahip bir millet haline getiren de bu anlam rejimidir. Ne var ki insan kalabalıkları bir anlam rejimi üretemeyecek kadar gündelik yaşamla meşguldürler. Bu noktada fikirler devreye girer. Anlam rejimlerini de, bu anlam rejimleri doğrultusunda alınan siyasi konumları da fikirler belirler. Fikir yoksa anlam rejimi de yoktur. Anlam rejimi yoksa milletten değil insan kalabalıklarından bahsedebiliriz. Kısaca fikir yoksa millet de yoktur. Millet olmayı mümkün kılan fikir ise uluslararası siyasette alınan tarihsel konumla doğrudan bağlantılıdır. O halde argümanı yeniden formüle etmek gerekirse, insan kalabalıklarının ancak tarihsel rolleriyle milletleşebileceğini söylemek gerekir. Milletler uluslararası siyasete fikirler sayesinde ve aracılığıyla dâhil olurlar.
Peki milletlerin uluslararası siyasetteki konumunu belirleyen fikirleri neye dâirdir? Milletlerin bir taraftan kendilerine dâir, öte taraftan ise kendileri dışındaki dünyaya dâir fikirleridir konumlarını, dostluklarını, düşmanlıklarını ve ittifaklarını belirleyen. Bu iki boyutu kolayca birbirinden ayıramıyoruz. Meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getiren bir başka konu ise milletlerin kendilerine ve dış dünyaya dâir fikirlerinin kendilerine âit fikirlere dayanıp dayanmaması ile ilgilidir. Milletlerin kendileri ve dış dünyaya dâir fikirleri kendilerine âit fikirlerden kaynaklandığı gibi, kendilerine âit olmayan fikirlerden de kaynaklanabilir. İdeal olan, milletlerin kendilerine âit fikirlere dayanarak kendilerine dâir fikirlere sahip olmaları ve buradan yola çıkarak dış dünyaya dâir bir anlam üretmeleridir. Kendimize dâir fikirlerimiz var ve bunlar kendimize âit fikirlerden kaynaklanıyor ve dış dünyaya kendimize dâir bu fikirlerden yola çıkarak bir anlam yüklüyoruz. Milletlerin uluslararası siyasete etkin veya edilgen, özne veya nesne şeklinde dâhil olmasını belirleyen bu karmaşık ilişkidir. Sadece kendilerine dâir fikirleri kendilerine âit olan milletlerin özneliğinden söz edebiliriz. Ancak kendilerine dâir fikirlerden yola çıkarak dış dünyaya anlam veren milletlerin edilgen olmayan toplumlar arasında yer aldığını varsayabiliriz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkeler tek tek kendileri tarafından değil, onlar adına ideolojik blokları tarafından anlam rejimi üretilsin diye uluslararası siyaset, merkez ve çevre şeklinde bölündü. Merkeze dâhil olan devletler de, çevrede yer alan devletler de kendilerine ve dış dünyaya başka pencerelerden baktı.
Peki Türkler nasıl bir manzara arz ediyor? Türklerin olayı nedir, fikri ne? Kendisine hâlâ Türk diyebildiğimiz bir millet varlığı olduğuna göre onu tarihe dâhil eden ve tarihten kovulmasını engelleyen olayların üstesinden geldiğini söyleyebiliyoruz. Peki âkabinde Türkler buna mutâbık bir fikrin peşinden gitti mi, gidiyor mu? Hayır, kesinlikle hayır, yüz bin kere hayır. Türkler, ne yapıyor ediyor ama mevcut dünya düzeninin gerçekte neye tekâbül ettiği konusunda sıhhatli bir görüşe ulaşamıyor. Ne yapılıyor ediliyor, mevcut dünya düzeninin Osmanlı sonrası düzen olduğu bilgisi Türklerin gözünden kaçırılıyor. Türklere var olma şartı olarak, varoluş gerekçesine, yani tarihsel rolüne mesafe koyması dayatılıyor. Türkler, Millî Mücadelesini varoluş gerekçesi doğrultusunda verdi ve bu Türklerin olayıydı, ama hayat hakkı var olma şartına bağlandı. Ne olduysa bundan sonra oldu, ne yapılıyorsa bu gerçeği açığa çıkarmamak, görmemek, görmezden gelmek, üzerini örtmek için yapılıyor. Türkler hayatını varoluş gerekçesi sayesinde kurtardı ve fakat Türkiye’ye hayat hakkı, anlam rejimini hatırlamaması üzerine verildi. O saatten itibaren Türkiye, kendisine Doğu ile Batı arasında köprü misyonu biçenlerle, Batıya dâhil olma gayretinde olanlar tarafından idare edildi. Türkiye’ye Doğu ile Batı arasında köprü misyonu biçenler de, yıllardır, on yıllardır Batı medeniyetinin peşinden koşanlar da Türkiye’nin başkaları için jeopolitik önemini anlatmakla zamanını harcadı. Sadece kendilerinin mi, Türkiye’nin zamanını harcadılar. Türkiye’nin îtikâden yaklaşık iki asırdır, siyâseten ise yaklaşık bir asırdır kendisine dâir fikri, kendisine âit fikirden kaynaklanmıyor. Ama olan bitenler konusunda hiçbir şaşkınlığımız yok. Şaşırmıyoruz çünkü Türkiye’nin varlığının, kendisine hayat hakkı verilerek muhafaza edildiği düşünüldüğünden beri şaşıracak bir şahsiyetimiz yok. Şaşırmıyoruz çünkü Türkiye varoluş gerekçesine mesafe koyduğundan beri Türklüğü laikliğin ajanı haline getirenler tarafından idare edildi. Şaşırmıyoruz çünkü biz, Türklüğün önce içini boşaltıp ardından “Türkiye Türklerindir” riyakarlığıyla arz-ı endam edenlerin yönettiği kitle iletişim araçlarıyla haberdar edildik.
O halde Türkiye’nin kendisine dâir fikrinin kendisine âit fikirden kaynaklanması gerektiğine inananlara -kimdir bunlar, nerededir, bir bilen varsa beri gelsin- bir sorumluluk düşüyor. Türkler ne yapıp edip Türkiye diye bir vatanın varlığını muhafaza etmesinin nedeninin, ona verilen var olma hakkı değil, varoluş gerekçesi, yani tarihsel rolü olduğunun hatırlatılmasıyla ilgilenmeli. Türklerin fikri, Türk milletinin tarihsel rolünün Rasûl-i Ekrem’in ashabının adil dünya düzenini yeryüzüne yayma anlamına gelen i’lay-ı kelimetullah davasını 11. asırda deruhte etmesiyle başladığı bilincine dayanır. Yine Türklerin fikri, 20. asrın başında bu ülkenin varlığını muhafaza etmesini mümkün kılan Millî Mücadelenin, söz konusu tarihsel rolü korumak adına verildiği anlayışına dayanır. Türkleri 11. asırda bir millet olarak tarih sahnesine çıkaran da, 20. asırda bir millet olarak tarih sahnesinden kovulmasını engelleyen de onun fikridir. Maalesef Türk milletinin varoluş gerekçesi adına verdiği Millî Mücadele sonrası Türk milletinin fikri akîm bırakıldı. Maalesef Millî Mücadele yarım kaldı. Maalesef Türkiye’yi yıllardır, on yıllardır sevk ve idare etmiş olanlar, Türkiye’nin akademi ve basın-yayın dünyası, Türkiye’nin kültür, sanat ve modasına yön verenler ve Türkiye’nin ekonomisine egemen olan sermaye, uluslararası politikanın egemen aktörlerinin Türkiye ile ilgili kullandığı dili o denli kanıksadı ki kendi ülkesi ile ilgili fikir yürütürken Türkiye’nin jeopolitik değerinden bahsedebildi. Stratejik öneminden bahsedilebilen bir ülke ancak dışardaki bir ülke olabilir. Ancak dışardaki bir mekânın bizim için stratejik öneminden söz edebiliriz. Türkiye dışardaki bir ülke değilse o halde Türkiye’nin stratejik öneminden bahsedenlerin dışarda olduğunu söylemekten başka çaremiz kalmıyor. Burayı sevk ve idare ederken fikren dışardan baktıklarını, bir gözlerinin hep dışarda olacak şekilde Türkiye’ye anlam verdiklerini görmeliyiz. Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve kültürel iktidarına hâkim olanlar, bu ülkenin varlığının kendisine müsâade edilmiş bir varlık olduğunu düşünenlerden oluştu. Bundan dolayı hep söz konusu müsâade edenler açısından bu ülkenin stratejik öneminin altını çizip durdu. Halbuki Türk milletinin fikri, Türkiye’nin hiçbir uluslararası güç ve aktör için hiçbir stratejik değer taşımayacak kadar şahsiyet sahibi bir ülke olduğuna işaret eder. Türk milletinin akîm kalan fikri, onun mevcut ve gelecek varlığının ve dayanak noktasının varoluş gerekçesi, tarihsel rolü, şahsiyeti, kendilik bilinci olduğunu vazeder. Türkiye’ye Doğu ile Batı arasında bir köprü rolü biçmek veya Türkiye’nin Avrupa’dan başka seçeneği olmadığına hükmetmek ya da Türkiye’ye uluslararası sistemin eski çevresel ve fakat gittikçe merkeze yerleşmeye başlayan güçlerinin yanında konum almasını önermek şahsiyetsizleşme türleri olabilir ancak. Türkiye ancak şahsiyetini, kendilik bilincini, varoluş gerekçesini, tarihsel rolünü, yani Türk milletinin fikrini ihya ederek merkezileşebilir.
Türkiye İslam’ın çekirdek bölgesi (Hicaz) değildi, Türkiye İslam medeniyetinin çekirdek bölgesi de (İran, Irak, Suriye, Afganistan) değildi. Türkler tarihsel bakımdan da, mekânsal bakımdan da İslam’ın çevresel unsuruydu. Türkler İslam jeo-kültürel bütününün en batı ucunda konumlanmıştı, konumlanmak ne kelime bir siperi tutmuştu. Bu çevresel konumuna rağmen İslam’ın ve İslam medeniyetinin çekirdek ve ana-akım îtikâdî birikimini öylece devraldı. Neyi var neyi yok borçlu olduğu İslam’a tam asimile olmaktan şeref duydu. Şerefi ve zaferi İslam’da buldu. Çevresel konumuna rağmen Türkleri merkezileştiren şey bir siperi tutmuş olmaktı. Türklerin varoluş gerekçesi, tarihsel rolü aynı zamanda onu merkezileştiren şeydi: Gaza, cihat ve siper. Türklerin ikinci Müslüman hakimiyetinin aktörü olarak belirmesi, kendi tarihlerinin de dünya tarihinin de en önemli medeniyetini inşa etmiş olması Türklerin varoluş gerekçesini oluşturdu. Müslümanların dünya imparatorluklar sahnesine çıkmasını sağlayan birinci Müslüman hakimiyetinin aktörleri kurucu nesil Arap Müslümanlardı. Kurucu nesil Müslümanlar “siz insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder kötülükten menedersiniz, Allah’a da inanırsınız…” ayetinin vermiş olduğu kozmopolitan haklılık bilinciyle yeryüzünün tamamını fütûhât alanı olarak görmüşlerdi. Öyle ki bu aşamada Müslümanlar mevcut dünyanın iki süper gücünden birisini tarih sahnesinden silmiş (Sasani), diğerine (Bizans) taarruz etmiş, geriletmiş, Orta ve Doğu Akdeniz’deki üstünlüklerine son vermişti. Birinci Müslüman hakimiyetinin oluşturduğu tehdidin dağınık Avrupalı unsuları bir araya getirerek bütünlüklü bir Avrupa fikrini ortaya çıkardığını ve Avrupalı feodal toplumsal yapıyı tetiklemiş olduğunu hesaba katarsak birinci Müslüman hakimiyetinin dünya tarihinin oluşumu bakımından etkinliğini daha iyi tespit etmiş oluruz. Türklerin tarihsel rolü, yani varoluş gerekçesi, yani bir millet olarak dünya tarihinde temayüz etmesi ise öncü kuşağın yarım bıraktığını tamamlamak misyonuyla ilgili olmuştur. Birinci Müslüman hakimiyeti nasıl “en hayırlı ümmet olma” haklılık bilincine dayanmışsa ikinci Müslüman hakimiyeti de gaza ve cihat misyonuna dayanmıştır. Osmanlı kuruluş tarihi ile ilgili ortaya attığı gaza teziyle kendisinden sonraki tartışmaların tamamının ekseni haline gelen Paul Wittek’in ilk defa 1937-38 tarihinde sarih bir şekilde dile getirmiş olduğu bu tez, bugün de diğer tezler karşısında üstünlüğünü muhafaza ediyor. Wittek’in de savunduğu gibi Osmanoğulları’nın Anadolu’da tutunmalarını mümkün kılan ve diğerleri arasından sıyrılarak bir dünya imparatorluğu haline gelmesini sağlayan şey, soy veya kan bağıyla bir araya gelmiş bir topluluk olmaları değil, İslam’ın en batı ucundaki en dinamik unsuru olarak İslam için at koşturuyor olmalarıydı. Türklerin varoluş gerekçesi, yani tarihsel rolü, yani fikri İslam için at koşturuyor olmalarıydı. Öyle bir at ki ayet-i kerimelerde “And olsun, nefes nefese koşanlara (gazilerin atlarına), O tırnaklarıyla ateş çakanlara, sabah vakti akın edenlere, nihayet, o vakit toz duman koparanlara, böylece, o dem, düşman topluluğu ortasına girenlere…” şeklinde zikredilmiş bir at. Öyle bir at ki Râsûl-i Ekrem’in, cihâd ederken “dalgalanan perçeminde kıyamete kadar hayır olduğunu” müjdelediği bir at.