Çocukluğumun Bolu Ramazanları – 3
Rahmetlik annem; Ramazan’ın ilk on gününü bizim sokaktan yukarı çarşıya doğru yokuş yukarı çıkmaya, ortasını çarşıda gezinmeye, son on gününü ise ağdacı yokuşundan aşağı doğru koşar adım seğirtmeye benzetirdi.
Gerçekten de ilk on gün, Ramazan’ın sonu gelir mi acaba, diye hayıflanırken koşuşturmacalar, verilen davetler, gidilen misafirlikler arasında son düzlüğe girdiğimizde, zamanın nasıl bu kadar hızlı geçtiğine bir türlü anlam veremezdik.
“Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise kurtuluş” olarak tanımlanan mübarek ayın son on günü bir tatlı koşuşturma içinde geçerdi. Kadir Gecesi olma ihtimali olan geceler bir başka rikkatle eda edilirdi. Öyle ya, bin aydan hayırlı olduğu beyan edilen bu gecede eğer Allah nasip ederse tüm günahlarını geride bırakma imkanı vardı. Çocuk aklımla bu muhasebeyi yapar ve sonunda da amma da kârlı bir iş derdim kendi kendime…
Sanki son on günde tutulan oruçlar biraz daha kolay olurdu. Bunda yaklaşan bayramın heyecan verici rayihasının etkisi büyüktü elbette.
Bir yandan çarşı pazarlar eni konu şenlenirken, diğer taraftan zekât ve fitrelerin yerine ulaştırılabilmesi için gizliden gizliye fakir fukara iyice bellenirdi.
Kadir Gecesi’nde muhakkak Büyük Cami’ye gider, gecenin huşu içinde geçen coşkusundan nasiplenirdik. Namaz sonrası merkeze doğru kalabalıklaşan şehrin daha da bir şenlenen mecburiyet caddesinde bir tur atar, eve yollanırdık.
O zamanlar Ramazan davulcuları şimdiki gibi folklorik birer unsur değildi. Onlar gerçek anlamda önemli bir görevi ifa ediyorlardı. Çok çok eskilerde olduğu gibi manili sözlü dolaşmalarını pek hatırlamıyorum, ama imsaktan yaklaşık iki saat önce sokakları büyük bir gürültüyle arşınlarlar, sonra da birer hayalet gibi gözden kaybolurlardı.
Geçtikleri her sokakta lambalar birer birer yanar, gürültüye uyanan anneler sahur hazırlığı telâşıyla uyanırlar ve uykulu gözlerle sırtlarına alıverecekleri hırkalar ile pantif terliklerini aramaya koyulurlardı. Ayın ortası oldu mu evlerin zillerini tek tek çalarlar, bahşişlerini üşenmeden toplarlardı. Genellikle Roman vatandaşlardan olan bu cefakârları, o yıllarda Ramazan ayının dışındaki zamanlarda -neresinin eğlenceli olduğunu pek de anlayamadığım- burnuna halka takılı zavallı ayıcıkları dolaştırırken ve gösteri yaparkenki hallerinden hatırlar, doğrusunu söylemek gerekirse çocuk aklımla onlardan pek de hoşlanmazdım. Buna rağmen hiç kimse onların emeklerini hor görmez, bahşişler eksiksiz ödenirdi. Bilmiyorum, belki de çocukluğumdaki bu hissiyatımın bizim ufaklıklarla paylaşılmasından kaynaklanmış olabilir. Ama bir keresinde on yaşlarında olan büyük oğlumun biz yokken bahşiş için kapıya gelen davulcuya benim uzun pardösümü giyip kolundan iki tane siyah havucu parmak gibi sallayarak para uzatmasını gören davulcunun cüzzamlı biri sanıp büyük bir korkuyla davulunu yere atarak korkup kaçtığını tebessümle hatırlıyorum.
Ramazan’ın içinde tek tük o da gizli saklı oruç yiyenler mazeretli olanlar dışında arife günlerinde iyice azalır herkes büyük bir azimle arife oruçlarını tutmaya gayret ederdi. Rahmetlik annemin “Oğlum, arife günlerinde kuşlar bile oruç tutar.” diye bizi şevklendirmesiyle, kuyruğundan tuttuğumuz oruçları tam güne taşır, büyük bir sabırla oruçlarımızı tutardık.
Kadir Gecesi âdeta bir dönüm noktasıydı. Gecenin sabahında gün artık yüzünü bayrama döner, herkesi büyük bir alışveriş telaşı sarardı. Babamın “Hanım, çocukların ne eksikleri varsa söyle de giderelim; bayramda boyunları bükük kalmasın.” diyerek anneme seslendiği anlar hâlâ daha hafızamda canlılığını korumaya devam ediyor.
Alışverişler mutlaka tanıdıklardan yapılır, annemin elinden tutarak gittiğimiz hiçbir dükkânda para hesabı sorulmaz, “Abla, sen ne lazımsa al, biz hafız efendiyle halleşiriz.” sedasıyla ihtiyaçlar görülürdü. Ayakkabıcı Çıkınlarlı Mustafa Amca’dan alınan ve bu gün bile saf deri kokusunu hâlâ hatırladığım o gıcır gıcır ayakkabılar kutularından çıkarılmadan yüksekçe bir rafa kaldırılır, bayram sabahına kadar giyilmez, ancak arada bir kapağını kaldırıp bakmamıza güç bela izin verilirdi. O yıllarda, bugün hatırladıkça içine düştüğümüz duruma bakıp kahkahalarla güldüğüm İspanyol paça pantolonlar moda idi ve ben bir keresinde, otuzüç santim paçalı pantolon alınan ağabeylerimin aksine yaşımın küçüklüğüne istinaden otuz santim paçalı bir pantolon alınması nedeniyle ağlaya ağlaya eve geldiğimi hatırlıyorum.
Bayram şekerleri ve kolonyalar yine yukarı çarşıdan Şekerci Kemal’in dükkânından alınırdı. O, ne güzel bir adamdı ve bir adama şeker satmak bu kadar mı yakışırdı. Daha kapıdan babamın elinden tutarak girdiğimiz ilk andan itibaren kapıdaki zil sesiyle irkilir, sonrasında da Kemal Amca’nın “Oooo hafız, şekerim, hoş geldin.” diye seslenmesiyle kendimizi keskin bir şeker ve çikolata karışımı koku cümbüşünde bulurduk. Rengârenk şekerlerden azar azar karışım yaptırılır, yanımızda getirdiğimiz cam şişelere fısfıs basmalı damacanalardan Abant Nilüferi ya da zambak kolonyaları doldurtulur, evin yolu tutulurdu.
Arife günleri yaşanan alışveriş telaşının yanısıra evlerde de hummalı bir hazırlığa girişilirdi. Bayramın olmazsa olmazı makamında hazır olması gereken ev yapımı baklava, kalem gibi sarılan yaprak sarma ve alt üst böreklerinin hazırlanması için evlerde imece sofraları kurulur, anneler sırayla evlerde toplanıp bunları hal yoluna koyarlardı. Aman Allah’ım, mübalağasız yüz kat yufka açılarak kat kat hazırlanan o baklavaların tadı nasıl bir şeydi öyle. Hazırlanan baklavalar yanına başkalarınınki ile karışmasın diye ismimizin çiziktirildiği gazete kâğıtlarına konulmuş tepsilerle kızartılmak üzere fırınlara götürülür ve son arife günü alınarak şerbetlenmek üzere eve getirilirdi. Arife gecesi kaynamış şerbetlerin üzerine döküldüğü baklavalar sıcak şerbetin etkisiyle tepsiye iyice bir yayılır, annemizin ilk dilimleri ağzımıza tutmasıyla bizler de ufak çaplı bayılırdık.
Onca hazırlığın yanısıra bir de köşe bucağı büyük bir titizlikle temizleyen annelerin nasıl insanlar olduğunu bu gün hâlâ çözemiyorum. Ben annemin hiçbir bayram gecesinde bizlerin bayram sabahına kaldırılıp caminin yolunu tutmamıza kadar uyuduğunu hatırlamıyorum. Son günlerin bu tatlı ama bir o kadar da yorucu koşuşturması patlayan son topla nihayete erer, her zamanki alışkanlıkla teravih namazı hazırlığına girdiğimiz anda birden artık teravih namazı kılınmayacağı aklımıza gelir, doğrusunu söylemek gerekirse, bu duruma biraz da sevinirdik…
Bayram gecesi annem hazırlık maratonuna devam ederken benim ve ağabeylerimin üzerine düşen bir tatlı meşgaleden de bahsetmeliyim. Evde giyilecek ne kadar ayakkabı varsa yere serdiğimiz gazete kâğıtlarının üstüne dizer, birimiz boyarken diğerimiz Nuri Leflef cilasıyla bir güzel parlatırdık. Yeni ayakkabı aldıysak bile neden diğer ayakkabılarımızı boyamaya ihtiyaç duyduğumuzu hâlâ hatırlamıyorum. Dedemin ayakkabısını daha bir özenle parlatır ve cüzdanından sallayarak çıkardığı iki buçukluğu kaparken ganimet alma hazzını yaşardım.
Neyse dostlar…
Müsadenizle günümüzün rengârenk, ama o günlerin siyah beyazlığına inat bir o kadar da sönük zamanlarına dönelim.
Evet bu gün de sokaklarda büyük bir telaş görüyoruz. İnsanlar devasa AVM’lerin içinde bir o tarafa bir bu tarafa koşturuyorlar. Kuşların bile oruç tuttuğu telkinleriyle büyüdüğümüz arife günlerinde bile herkes açıktan yemeye içmeye devam ediyor.
Ramazanlar artık öksüz. Bayramlar da…
İnsanlar Ramazan’ı lüks restaurantlarda yapılan iftar organizasyonlarıyla bir hazz ritüeline dönüştürerek bayrama kavuşuyorlar.
Sahi, bayram ile Ramazan arasında bir arınma ve mükafat ilişkisi yok mudur? Bu soruyu, bayramlarda soluğu tatil köylerinde alan modern dervişlere sormanın ve cevap beklemenin beyhude bir çaba olduğunu biliyorum.
Allah (c.c.) hakiki manada Ramazan’ımızı Ramazan, bayramımızı da bayram kılsın….
Selam ve dua ile…
Allah’a emanet olunuz…
Reşat ÖZCAN