Doç. Dr. Erhan Çapraz

Ramazan Gelenekleri, Nasreddîn Hoca ve Töreli Türk Mizâhı…

Konuyla alâkalı geçenki yazımızda da belirttiğimiz üzere özünde töreli olan geleneklerin töreli olarak sürdürülmesine özel bir ihtimâm gösterilmesi gerekir. Zirâ Ekrem Demirli’nin belirttiği üzere gelenek, aslında dîne karşı muhâlif bir tavır içerir. Hatta kimi zamân türedi uygulamaların dînin daha da muhâfazakâr bir yapıya bürünmesine sebebiyyet verdiği bilinmektedir. Bu bağlamda Demirli’nin yine şu tesbîti konumuz açısından oldukça kıymetlidir: “Dîn, insânı imsâka; gelenek ise iftâra çeker.”

Vâkıâ Hz. Peygâmberimizin (s.a.s) sahûra kalkmanın, sahûru imsâk vaktine kadar uzatmanın ehemmiyetini ortaya koyan “Sahûr yemeği yiyin, zirâ sahûr yemeğinde bereket vardır” (Müslim, Sıyâm, 45; Buhârî, Savm, 20) şeklinde bir hadîs-i şerîfi vardır. Zirâ imsâk, orucun bereketi ve başlangıcı olmakla birlikte oruca gösterilen hürmet ve muhabbeti de gösterir. Tıpkı huşû içinde kılınan namazlar gibi. Ayrıca bir başka hadîs-i şerîfde vurgulandığı üzere sahûr bizi ehl-i kitâbın orucundan da ayırır: “Bizim orucumuzla ehl-i kitabın orucunu ayıran (şey), sahûr yemeğidir.” (Müslim, Sıyâm, 46).

Hz. Peygâmberimizin (s.a.s) iftârda misâfir dâvetine, özellikle yoksulların doyurulmasına yönelik de hadîs-i şerîfleri vardır: “Şüphesiz her iftâr vaktinde Allâh tarafından (cehennem ateşinden) âzat edilenler vardır. Bu (âzat etme işlemi ramazanda) her gece olur.” (İbn Mâce, Sıyâm, 2); “Her kim bir oruçluya iftâr yemeği yedirirse, kendisine onun sevâbı kadar sevâp verilir; oruçlunun ecrinden de hiçbir şey eksiltilmez.” (Tirmizî, Savm, 82); “Yanınızda oruçlular iftâr etsin. Yemeğinizi iyiler yesin ve üzerinize melekler insin.” (Dârimî, Savm, 51). Dolayısıyla mevcûd hadîsler, iftârı da bu hürmet ve muhabbet dâiresine dâhil eder. Fakat burada önemli olan daha önce de belirttiğimiz üzere helâl dâiredeki gelenek veyâ uygulamaların mecbûriyyetidir. Zirâ sırf zevk ve eğlenceye, sâdece mizâha dönük uygulamalar, Hz. Peygâmberimiz (s.a.s) tarafından açıkça menn edilmiştir.

Bu bakımdan ramazanda mizâha dönük uygulamalara daha yakından bakabiliriz:

1. Ramazan ayının belirlenmesi

Osmanlıda ramazan ayının belirlenmesi özel bir uygulamaya tâbi idi. Halktan insânlar ya da devlet görevlileri yüksekçe yerlere çıkıp yeni ayın doğuşunu belirlediğinde iki tane şâhit ile kadıya haber verirler ve sonrasında ramazan ayı coşkuyla başlardı. Bu haberi müjdeleyen kişilere ise ödül verilirdi. Böylece geleneğin nesiller boyunca devâmlılığı sağlanmıştı.

Hilâlin görünmesi vak’asına dâir Nasreddîn Hocamızın latîfesi ise hepimizin malûmudur: “Akşehir’de bir grup Müslümân, şehrin batısında bir tepeye çıkarak ufku izlemekte, hilâli gözlemektedirler. Nasreddîn Hoca yanlarına vararak onlara ne yaptıklarını, neye baktıklarını sorar. Akşehirliler şaşırarak, ‘Hocam nasıl bilmezsin, bugün şaban aynın son günü. Ramazan hilâlini gözlüyoruz. İşte bak, tam ufkun üstünde görünüyor’ derler. Hoca, ‘Bunca adam toplanmış da şu incecik kıl gibi aya mı bakıyorsunuz?’ deyince, Akşehirliler daha da şaşırmış olarak ‘Aşk olsun hocam, ayın birinci günü hilâl elbette incecik olur’ diye söylenirler.” Bu latîfenin Töreli Türk mizâhının kurucu temel karakterini (fıkra tipi) ramazan geleneği içerisinde tebârüz ettirmesi hayli mânîdardır. Bu ise Türk mizâhının aslî çehresinin (bağlam) doğrudan hak ve hakîkat dâiresi içerisinde teşekkül ve temekkününü açıkça ortaya koyar.

Hesâpça ramazanın başlaması îcap ederken ay görünmemişse bir gün kadar bir gecikme olabilirdi ki buna “şüpheli gün” mânâsında “yevm-i şek” denilirdi. Özellikle keyif ehli ve tiryâkiler için bu gün, istisnâî bir gün gibi telakkî edilip bir bayram havası oluştururdu. Örneğin Töreli Edebiyât’ın kıymetli bir türü olan, Sâbit’in Baltacı Mehmet Paşa için yazdığı ramazaniyede, ramazanın “tepeden inme”si karşısında keyfine düşkün insanların davranışı, eğlenceli bir şekilde şöyle dile getirilmişti:

“Yevm-i şekk sohbetin sıra sıkarken yârân

Sık boğaz itdi basup sahne-i şehr-i ramazân”

Tabii buradaki “sohbet” vurgusu da özel bir kıymeti hâizdir. Daha sonra ayrıca ele alacağımız üzere, ramazan ayına hâs gelişen Töreli Türk Mizâhı, tamâmen sohbet ve muhabbet üzerine inşâ edilen bir yapı ve niteliğe mâlikti.

2. Diş kirâsı


Osmanlı döneminde zengin köşk veya konaklara dâvet edilen misâfirlerin yanında fakîr halk içinde sofralar hâzırlanır ve çat kapı gelen misâfirler geri çevrilmezdi. Misâfirler iftârlarını yapıp gitmeye hâzırlandığında konak sâhibi tarafından kadife keseler içinde; gümüş tabaklar, kehribar tesbîhler, gümüş yüzükler hediye edilirdi. Fakîr kişilere ise konak sâhibinin cömertliğine göre altın veya gümüş akçeler kadife keseler içinde hediye edilirdi. Diş kirâsı denilen bu hediyenin amacı, davetlilerin o gece zahmet edip gelerek hâne sâhibinin sevâp kazanmasına vesîle olmasıydı.

4. Çocukların orucu


İlk defa oruç tutacak çocuklara hediyeler verilir ya da çocukların oruçları büyükler tarafından satın alınarak oruca teşvik edilirdi. Tâm gün oruç tutamayacak çocuklara öğle vakti oruçları açtırılır ve buna “Tekne Orucu” denirdi.

5. Huzûr dersleri


Osmanlı devletinin ramazan aylarında düzenlediği ilmî faâliyetlerden en önemlisi hûzur dersleriydi. Ramazanın ilk on veyâ 8 gününde yapılan bu dersler şeyhülislâm tarafından ulemâdan belli sayıda seçilerek günlere paylaştırılır ve en liyâkatli âlimin bir âyeti tefsîr etmesiyle başlardı.

Tefsîr eden âlime “mukarrir”, dinleyen diğer âlimlere ise “muhâtap” denirdi. Muhâtaplar arasında pâdişâh ve devlet erkânından kişiler de ayrım yapılmaksızın mukarrir önünde diz çökerek derse katılırdı. Mukarrir ve muhâtaplar arasında ilmî serbestlik içerisinde soru ve cevâplarla dolu zengin dersler geçerdi. Huzûr derslerinin yapılacağı yeri pâdişâh belirler ve dinleyici olarak gelenler de pâdişâhın kontrolünden geçtikten sonra belirlenirdi.

6. Cerre çıkmak


Cerre çıkmak da ramazan geleneklerinden birisiydi. Osmanlı devletinde medreselerde yaz tatilleri “Üç Aylar”da verilirdi. Bu tatillerde seçilmiş medrese talebeleri hem kendi bilgilerini pekiştirmek, hem de dinî konularda halkı tenvîr için imparatorluğun farklı bölgelerine gönderilirlerdi. Bu gönderme olayına “cerre çıkmak” denirdi.

[Y]ukarıdaki ramazan geleneklerine dikkât edilirse hepsinin de sohbet ve muhabbet halkası dâhilinde ortaya çıkan ve gelişen bir mizâh anlayışının varlığını açıkça ortaya koyar. İlkinde görüldüğü üzere, hemen hemen hepsinin de Hâce Nasreddîn’in hoca/müderris/kadı kimliğinde temerküz eden bir fıkra tipine dönük olduğu apaçıktır. Dolayısıyla ilk olarak ramazan geleneklerine bağlı gelişen mizâhın Töreli Türk mizâhının asıl seciyesini teşkîl ettiği rahatlıkla ifade edilebilir. Türedi mizâhın da kendisini bu yapı karşısında konumlandırdığı görülmektedir. Bu da her hâlükârda mizâhın hakîkat alanına bağlı bir yapı içerisinde neşv ü nemâ bulduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu hakîkattan bîhaber olanların mes’eleyi kültür ortamının  niteliğine bağlı bir şekilde sâdece beşerî çerçevede ele almaları ise maâlesef bizde  bir huzûr, huşû ve hakîkat duygusu uyandır/a/mamakta ve mizâhtan bekleyen töreli gâyeyi de bize açık ve net ver/e/memektedir!

Meded ey efendim!

Lutfî Baba soylamış, görelim cânım ne soylamış:

Bîhaber hakîkattan

Mizâhından hilkattan

Ne söylesek nâfile

O’nun Lutfi rikkattan…

Erhan ÇAPRAZ

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu