Geçen hafta, bu köşemizde “Bayramlar Bilirim” başlıklı yazımızı yazdık, bir bayram klasiği olarak eski bayramlardan, çocukluğumuzdaki bayram hatıralarından bahsettik. Bu bayram, hakikaten bayrama, bayramda ki o mübarek vuslata hasret bir bayram yaşadık.
Bu bayram bir saatlik, bilemedin bir buçuk saat uzaklıktaki memleketimize gidemeyeceğimiz sanki içimize doğmuşçasına hasretten, gurbetten, sıladan ve vuslattan dem vurmuştuk.
Gerçekten de gurbetin uzağı yakını olmuyormuş. Gurbet uzaktayken de gurbetmiş, yakındayken de… Aynı duyguyu korona virüsü salgını nedeniyle evlerde karantinada kaldığımız, şehirlerarası seyahatin yasak olduğu zamanda da yaşamıştık.
Bolu’dan şuradaki Sakarya’ya gidememiştik. Bir saatlik de olsa uzaklık, gurbet gurbetmiş vesselam.
Ben eski bir asker olarak bu duyguyu çok sık yaşadım. Yani ben, bu duygunun, bu mahzunluğun yabancısı değilim aslında. Bir bayram gidebilsem bir bayram gidemezdim memlekete. Hatta iki bayram üst üste aileme kavuşamadığım zamanlar da oldu. Ama şimdi bir de hanım ve çocuklar…
Çok bayram, çok düğün kaçırdım, çok cenazeye yetişemedim ben. Sevinçler paylaştıkça çoğalır, hüzünler paylaştıkça azalır derler ya. Uzaktan ne kadar geçerliliği var bu sözlerin, telefonla veya bir mesajla sevinçleri ne kadar çoğalttım hüzünleri ne derece sağalttım, tam olarak bilemedim hiç.
Bu bayram da bayramın üçüncü günü çocukluktan karındaşım Halil’imin evlatları, Alparslan ile Göktürk yeğenlerimin sünnet cemiyetleri vardı. Ne çok gitmeyi istemiştik oysa. Kısmet olmadı.
Askeriyedeki görevimizden akademideki vazifemize geçince, bir de Bolu’ya gelip, yerleşince, memlekete yaklaşınca dedim artık tamam. Diyarbakır, Erzincan, Irak, Afganistan gibi mesafelerden sonra artık bura bize koymaz. Ama dediğim gibi işte bir saatlik mesafe de olsa gurbet yine gurbet…
Evet, bu bayram sıla-i rahim yapamadık, aile efradımıza kavuşamadık, büyüklerimizin ellerinden öpemedik. Biraz hüzünlü, biraz buruk bir bayram geçirdik. Aile boyu hastaydık. Benimle başladı, sonra sırayla tüm aile üyeleri tek tek nasiplendi. Hoş anamda memlekette hastaydı. Sanırım genel bir salgın var.
Bu hastalıktan en çok İbrahim Ethem’im hırpalandı. Yavrum benim 3 gündür ateş, halsizlik ve öksürük. O salonun ortasına oyuncakları dağıtıp basacak yer bırakmayan, sonra o koltuk senin bu kanepe benim, bir oradan bir buraya zıplayan, enerjisinin hiç bitmeyeceğini zannettiğiniz çocuk, solgun bir yaprak gibi mahzun ve melül. Üç gündür iştah yok, en sevdiği yemeklere dahi burun kıvırıyor. Ahh diyorsun kalksa da bir ortalığı dağıtsa. Bugün biraz daha iyi çok şükür, en azından ateşi düştü.
Hastalık bile bir şükür sebebi… Evet, yanlış duymadınız, gerçekten bir şükür sebebi.
Az önce bahsettiğim gibi enerjisinin hiç bitmeyeceğini zannettiren o yavrunun hasta halini görünce, aman diyorsunuz yeter ki kalksın da dağıtsın ortalığı. Bazen bir hastalık, bazen bir gurbet, bazen bir deprem, bazen bir ölüm…
Sıkıntı gibi zorluk gibi görünen ne varsa kafana vura vura, hatırlata hatırlata gelip geçiyor üstünden. Ofladığımız pofladığımız, bazen yakındığımız onca şeyin aslında ne büyük nimetler olduğunu anımsatıyor bizlere. Tabi acizliğini, çaresizliğini ve kulluğunu da… Bu bile ne büyük şükür sebebi…
İnsanız ya, beşeriz, şaşarız ya hani genelde. Hakikaten de öyle. Yaz gelince sıcaktan, kış gelince soğuktan, baharda yağmurdan çamurdan yakınmayı adet edinmişiz kendimize. Yakınken uzaktan, uzakken yakından şikâyet etmeyi bir meziyet bellemişiz. Yaza, pastırma sıcağı diyerek iki kere küfran-ı nimete düşmüşüz. Hem mis gibi pastırmaya hem de güneşe nankörlük etmişiz… Kış, beyaz esareti; yaz, kavurucu cehennem sıcakları ile yaranamadı bir türlü bize…
Yazın güneşin, kışın karın, baharda da yağmurun tadını çıkarmak varken tadımızı kaçırmak… Her sabah camdan gökyüzüne bakıp, amaan bu sabah da hava kapalı deyip yılın yarısında bulutlara kızmanın, off bu ne sıcak be, piştik diyerek geri kalan yarısında güneşe kafa tutmanın ne âlemi varsa artık böyle garip bir memnuniyetsiz hal bulaştırmışız kendimize.
İllaki bir şeyleri kaybetmemiz mi gerekiyor kıymetini bilebilmek için, illaki yoksunluğunu yaşamamız mı gerekiyor? Gurbet olmadan sılanın, hasret olmadan vuslatın değeri olmaz mı? Her seferinde musibet olarak gördüğümüz bir hatırlatıcı gelip yeniden bunları bize teker teker hatırlatmalı mı? Ve her hatırlayıştan biraz zaman sonra hatta anında, hemen o an yine unutmak mı lazım gelir?
Annesine babasına iki dönüm dünya malı için küslük edenlerin, onları kaybedince, kabirlerinden paylaştığı hüzünlü fotoğraflar ile bizlere nasihat etmeleri, annenizin babanızın yaşarken kıymetini bilin ha demeleri, ne kadar ibretlik bizler için, bilemedim.
Hastanelerin onkoloji bölümünden bir deri bir kemik, boğazı delik fotoğrafını paylaşıp, “bırakın şu zıkkımı, kırk sene içtim bir faydasını göremedim, durum şimdi bu” diye nasihat edenler…
Kamu spotunda “Türkiye’de her gün 300 kişi sigaraya bağlı nedenlerden dolayı hayatını kaybediyor. Sigara şirketleri kaybettikleri müşterilerin yerini hemen doldururken; bizler sevdiklerimizi kaybediyoruz. Gelin bu duruma bir dur diyelim!” diye verilen ibretlik mesajlar. Hep bir hatırlatma, hep bir kaybediş üzerine değer bilme, bildirme…
Tamam, hafıza-i beşer nisyan ile malüldür, yani unutkanlık insanlık halidir eyvallah, eyvallah da, bu kadar çabuk ve bu kadar sık mı olur bu durum? Yani modern tıp terminolojisi ile aslında hepimiz biraz alzheimerız desek abartmış olmayız sanırım. Belirtilerine bakınca; kafa karışıklığı, olayları unutmak, karar verememek, kaygılı hissetmek. Hangimizde yok bu belirtiler?
Bir cenaze namazında büründüğümüz “her şey fani, her şey boş” haleti ruhiyesini kaç dakika muhafaza edebiliyoruz? Yoksa daha kabristanlıktayken başlıyor muyuz kalanın da gidenin de er kişi hatun kişi fark etmeksizin gıybetine?
Şimdi size, beyler bayanlar evet elimizdekilerin kıymetini, elimizdekileri kaybetmeden bilelim gibi beylik laflar etmeyeceğim. Çünkü bu beylik laflar işe yarasaydı bu yazıda bunları konuşuyor olmazdık, hocalar camide hep bunu vaaz ediyor olmazdı. Ya da kişisel gelişimciler, psikologlar, yaşam koçları vb. hep aynı şeyi anlatıyor olmazdı.
Bu öyle bir seferde söylenip, muhatapta önce tutum sonra da davranış değişikliğine neden olabilecek kadar güçlü bir öğüt veya ders olmasa gerek. Aksi halde insan sürekli unutkanlık eden, sürekli verilen nimetlere nankörlük eden bir varlık olarak şöhret kazanmazdı. Yaradan tarafından bu yönüyle uyarılmazdı.
O halde bu, bir öğüt, bir söylev veya bir mesajdan öte daha derin ve tumturaklı bir muhteviyata sahip olmalı. Felsefi bir derinliğe sahip bir yaşam tarzı, imâna ve ihlasa bakan veçhesi ile bir değer olmalı. Her daim şükreden, olana da olmayana da hayr gözüyle bakan bir idrak bir şuur meselesi olmalı. Sanırım insan ancak bu suretle bu unutma işinden biraz felaha erebilir.
Unutma hastalığından tamamen kurtulabilir gibi iddialı bir önermede bulunmuyorum tabi. Ama en azından unutmanın sonuçları olan şükürsüzlük, küfran-ı nimet, nankörlük gibi dertlerden kaynaklı muzdarip ve müteessir hallerin sıkıntılarını ruhunda biraz olsun dindirebilir.
Bunun için sık sık insanın kendine hatırlatma ve telkinde bulunması gerekiyor. Olan her şeyde kendisi için bir hayrın olduğunu, her şeyin bir şükür sebebi olduğunu sık sık tekrarlaması gerekiyor sanırım.
Tabi bu hatırlatma için kendimize özel vakitler ayırmamız gerekmekte. Elimizdeki telefonlar ve tabletler ile gezindiğimiz sosyal medyada, teşhir edilen hayatlara müşterek ve müşteri olarak bu çok mümkün görünmüyor. Bunun için itikâf zamanları gerek, içine dönmek ve içine bakmak, içindeki ile konuşmak gerek.
Hayrla, sağlıcakla, içinizdeki kendinizle başbaşa kalınız efendim… Şükre ve tefekküre vakit ayırınız efendim…Yoksa gurbetin uzağı yakını yok.
Gurbetten sılaya dönüş için hazırlık yapınız efendim…
Teşekkürler Özgür Hocam…
Okuma zahmetine katlandığınız için ben teşekkür ederim değerli abim.