Ramazanın son günlerinde, arifeden bir gün önce, aile dostumuzun iftar davetinden eve dönüyorduk.
Fazlaca trafiğe girmemek için Ankara istikametine giden çevreyolunu kullanmak istedim. Etrafımı izlerken, çevre yolunun hemen karşısında, sırtını bir yamaca yaslamış kocaman bir yapının inşaatını fark ettim.
Fark ettim diyorum ama aslında bildiğim bir yapı. Asıl fark etmiş olduğum şey inşaatın kat etmiş olduğu mesafeydi.
Samsun Şehir Hastanesi… Yapımı bu hızla devam ederse Mart 2024 tarihinde hizmete alınacak.
Güzel Samsun’a şimdiden hayırlı olsun.
Kimsenin sağlığı bozulup da hastanelere gitmek zorunda kalmasını istemem. Ancak hayatın gerçekleri maalesef bu kadar tozpembe değil.
Neticede, ihtiyaç duymasak bile her an yeterli bir sağlık hizmeti alabileceğimiz hastanelerin ulaşılabilir bir yerlerde olduğunu bilmek bile insanın içini rahatlatıyor.
***
Ben o an öyle hissedemedim ama…
Bilemiyorum, belki de yağmurlu ve kasvetli havanın verdiği ruh hali ile birden kendimi otuz yıl öncede buldum.
Çok uzun zamandır aklımın ucundan bile geçmeyen bu kötü hatıramı bir şeyler tetikleyiverdi. Belki o günün gecesi de böyle kasvetliydi. Belki de binanın büyüklüğü hatırlattı bana geçmişi. Sonuçta otuz yıl geriye gidiverdim işte.
***
1994 yılının yazında, amcam ve ailesi ziyaretime gelmişlerdi. Efeler diyarı Aydın’a atanalı bir yıl olmuştu. Hafta sonu birlikte Kuşadası’na denize gitmiştik. Milli park yakınlarında harika bir kumsalda eğleniyorduk. Amcam ilkokul çağındaki iki oğlunu kiraladığı bir kanoya bindirmiş, henüz kürek çekmeyi beceremedikleri için beline kadar girmiş olduğu suda onları kâh itekliyor, kâh çekiyordu.
Kanonun önünde bulunan ve kıyıya bağlamak için kullanılan metal halkadan tutmuş, mümkün olduğunca hızla su içerisinde koşmaya çalışıyordu. Çocuklar kahkahalar attıkça biraz daha hızlanıyor, daha fazla eğlensinler istiyordu.
Birden kum zeminde ayakları kaydı, dengesini kaybetti ve suyun içine gömüldü. Gerçekte olanlardan habersiz bir şekilde çocuklar kanonun üzerinde, yengem ve biz ise kıyıda bu komik sandığımız olaya gülüşüyorduk.
Hâlbuki bütün vücudu ile suya gömülen amcamın, halkanın içine geçirmiş olduğu sağ elinin yüzük parmağı takılı bulunduğu yerde kalakalmıştı. Hızla suya karışan kanı gören çocukların bağırışlarıyla durumun ciddiyetini anlayabilmiştik.
Önce Davutlar kasabasındaki sağlık ocağına, elimize tutuşturulan bir buz kalıbı ile de oradan İzmir’e kapağı attık. Zamanla yarıştığımız için çok süratli bir yolculuk yaptık. Hava kararırken kocaman üniversite hastanesinin acil servisindeydik.
Sonra olaylar tıpkı Cem Yılmaz’ın anlattığı “para-çokomel eğrisi” şeklinde gelişti.
Önce para, sonra röntgen.
Önce para, sonra kan tahlili.
Ardından yine önce para, sonra bilmem ne tetkiki…
Hafta sonu olduğu için doktoru bulup hastaneye çağırma, mikro cerrahi uzmanı ile ameliyat pazarlığı ve neden sonra yeterli paramız o an cebimizde bulunmadığı için amcamın avuç içinde bulunan parmağı ile birlikte ameliyathaneden çıkarılışı.
Devletin doktorunun silahımı, askeri kimliğimi, arabamın ruhsatını ona rehin vermek kaydıyla ancak bir gün sonra verebileceğim para için senet imzalama teklifimi bile reddedişi.
Yaşadığımız bu kâbus anı karşısındaki öfke patlamamız…
***
Şaka gibi.
Şimdilerde öyle tabi.
O gece sabaha doğru evimize dönüş yolunda, hem arabayı kullanıp hem de içinde bulunduğum çaresizlik yüzünden ağlarken, amcamın sol eliyle saçlarımı okşayıp “Dert etme be oğlum. İyi tarafından bak olaya. Artık dokuz tırnak kesip, daha az vakit harcayacağım ellerime.” deyişi güldürememişti o zaman beni.
Kopan parmağını, hastane koridorunda bulunan alelade bir çöp kutusuna atıp, sigara izmariti atmışçasına rahatça oradan ayrılışını nasıl unutabilirim?!
Tecrübesi ile sanki rahatmış gibi rol yapması ve başkasının parmağından bahsedermiş gibi beni yatıştırması olmasa nasıl bir sabaha uyanırdım acaba?
***
Başımdan geçen bu olay, niceliğin yanında niteliğin de çok önemli bir olgu olduğunun en büyük göstergesidir.
Şimdilerde anlattığım hatırama benzer olaylarla karşılaşmak pek mümkün değil. Ya da “arife günü şu kadar, birinci gün bu kadar kaza oldu.” şeklinde başlayan ana haber bültenlerine denk gelme olasılığınızda öyle.
Rahatsızlığında içinde sadece bir sedye bulunan ambulans ile yetiştirilmeye çalışılırken vefat eden bir Cumhurbaşkanı düşünülemez bile.
Doğuma komşunun aracı ile acilen gitme günleri de geride kaldı. Ambulans parmaklarınızın ucunda sayılır artık.
Başımıza gelen o talihsiz kaza şimdi olsaydı meselâ, buz torbası yerine ambulans helikopter ile karşılanacaktık sağlık ocağında.
***
Bu açıdan bakarsak, devletlerde bir bakıma insanlar gibidir. Devletin iki elinin on parmağının da ayrı ayrı işlevi vardır. Örneğin savunma sanayi sağ elinin tetik parmağıdır. Biri sağlık, bir diğeri eğitim… Yumruğunu sıktığında adalet, avuç içleri ise şefkat.
Tüm o parmakları kullanabilmesi için de çelik gibi bileklere ihtiyacı vardır.
Ancak parmaklar, yine de en önemli unsurudur. Onlar olmasa çelikten bilekler ne işe yarayabilir? Parmakların her biri farklı farklı yetenekte olsa da birinin eksikliği ile nasıl yumruk yapılabilir?
Biraz daha yakından bakalım devletin parmaklarına. Yaklaştıkça göreceğiz ki, her birinin yapısında bizler varız aslında.
Hastalanan, yaralanan da biziz, ambulansı kullanan da…
Yargılanan da biziz, kamu adına yargılayan da…
Çakmak bakışlı öğrenciler de biziz; bilimi, tekniği, değerlerimizi öğreten de…
Velhasıl milli ideallerimiz uğruna tek yumruk olmak için de, geleceğimizi nakış nakış örüp, örselendiğimizde yaralarımızı sarmak için de hep beraber olmalıyız.
Yerine göre bir askerin çakı gibi selamında ki gibi heyecanlı, bazen de gencecik bir kızın geleceğe dalan gözleriyle ilmek ilmek işlediği çeyizlik oyası gibi umutlu olmalıyız.
Bir cerrahın, mahir parmaklarındaki yeteneklere ulaşabilmek için birlikte çalışmalıyız.
Böyle olmakta zorundayız.
***
Samsun Şehir Hastanesi inşaatı nasıl üzerine kat kat koyarak ilerliyorsa, devletimiz de her geçen gün yaptıklarının üzerine bir şeyler ekleme çabasında ve zorunda.
Hiçbir şey otuz yıl öncesindeki gibi değil. Otuz yıl sonra da şimdiki gibi olmamalı. Hep ileriye ve daha güzele koşmalıyız.
Biliyorum ve görüyorum ki…
Amcam, geriye kalan parmaklarıyla hayatını pekâlâ devam ettirebilir. Yalnız devletin serçe parmağını bile kaybetme lüksü olamaz.
Devlet tek bir parmağını kaybederse, amcam işte o zaman yaşayamaz.
Saygılarımla.
Mükemmel bir yazı olmuş elinize yüreğinize sağlık.. Allah devlet kademelerinde çalışacak kişilere liyakat vatan sevgisi ve iman versin..Ayrıca bu devlet içinde yaşayıp hainlik yapanlara da o parmaklar birlesip nasıl Osmanlı tokatı attığını hiç kimse unutmasin
Teşekkür ederim Yasin bey.
İnsanımızın vicdanı zenginleştikçe” devlet aklı “ denilen şey bir merhamet abidesine dönüşecek! Bunun için talimden çok terbiyeye ağırlık vermemiz elzem…
Teşekkür ederim Bayram Ali hocam.
İnsanı yaşat ki devlet yaşasın töresi ile yoğrulan kadim devletin hasretini çeken mahzun çocuklardık… Vicdan medeniyetimizin özlemindeydik
… Şimdi Mogadişu’nun, Kudüs’ün, Üsküb’ün, Kerkük’ün, Mynmar’ın, Açe’nin, Haleb’in mahzun çocuklarının hüznünü giderme vakti…
Eline gönlüne sağlık 🌹
Eyvallah Özgür hocam, teşekkür ederim.
Kıymetli Kardeşim,
Maşaallah demekten başka ne gelir ki elden, maşaallah. Allah-u Teala nazardan saklasın…
Teşekkür ederim Necip ağabeyim.
Devrem; kalemine, yüreğine sağlık, her zamanki gibi muhteşem olmuş. DEVLETİMİZ TÜRKİYE CUMHURİYETİ EBED MÜDDET İNŞAALLAH.
Çok teşekkür ederim devrem. İnşallah.
Kalbimine sağlık çok güzel bir konuya parmak basmışsınız eksik olmayın🇹🇷🇹🇷🐺
Çok teşekkür ederim. Sağ olunuz.
Abi yaşananlar ne kadar üzücü olsa da o günlerden bu günlere kat edilen mesafe çok değerli bu kazanınlara hep birlikte sahip çıkmalıyız yüreğine sağlık
MaşaAllah…
Ağlayarak okudum.
Bizler yaşadık, Rabbim evlatlarımıza yaşatmasın.
Kıymetli Devrem;
Yazında da belirttiğin üzere, her bir parmak önemli ve biri diğer birinin yerini tutmadığını düşünüyorum. Parmaklarının birini dahi kaybetmeyen bunun kıymetini maalesef bilmiyordur.
Ben bu hususa şu şekilde bakacağım; Tarihi öğrenirken de sanki yaşamış gibi okumazsak, şu an ki durumumuzun kıymetini ve çevremizdeki tehlikelerin farkına varamayız.
Bilinen tarih itibariyle bin yıldır bu topraklardayız ve bizi defalarca buralardan söküp atmaya çalıştılar. Yaklaşık yüz yıl önce az daha başımızı da koparıp atacaklardı. Cenab-ı Allahın izni ve milletimizin cesaretiyle olmadı ve inşallah olmayacak.
Günümüzde bu hevesleri hala devam etmekte olup sadece taktik ve teknikleri değişmiştir. Bedenimizden bir uzvumuzu dahi koparamayanlar şimdi ruhumuzu ele geçirerek kendilerine benzetmeye çalışmaktadır.
Sizin gibi fikir ve düşünce insanları, milletimize yazılarınızla geçmiş hatırlatılarak, inşallah bu topraklarda ebedi yekvücut halinde kalacağız.