Doç. Dr. Abdülkadir Dağlar

‘Asâ – ‘Isyân Kelimelerine Dâir

Anlaşılabildiği kadarıyla Âdem’i ‘ısyâna sevkeden insiyâk-ı nefsânî, “sonsuz kalma ve kalıcı olma arzusu”dur; İblîs de Âdem’i bu noktadan yakalamış ve iğvâsını vermiştir… Demek ki, bir mahlûk olarak insân fânîdir; onun, Allâh’ın sıfatı olan bekâyı talep etmesi, bir ‘ısyân sayılmaktadır…

 

Dayak cennetten çıkmadır…” ya da “Sopa cennetten çıkmadır…” töresözlerinin kaynağı ne ola ki..? Acabâ bu töresözlerdeki dayak ve sopa kelimelerinden murâd ‘asâ kelimesi midir; yânî, bu anlamıyla töresözün aslı “‘Asâ cennetten çıkmadır…” şeklinde olabilir mi..? Kezâ, Asâ-yı Mûsâ yânî Hazret-i Mûsâ Kelîmullâh’ın ‘asâsı cennetten mi çıkmıştır..? Nasıl..?

Bu müşkilâtın halli için mürâcaat edilebilecek en mühim kapılardan biri herhâlde yine iştikâk olacaktır… Çünkü her kelime ve isim gibi, yaratılışın ve yaratılan her şeyin aslî kaynağına ya da ilk kökenine de töreli iştikâk yolu ve yordamıyla inmek mümkündür…

Bu denemede iştikâka konu olan kelimeler ise dikey-düşey bir hareketle cennetten çıkartılmaya ya da indirilmeye yol açan iki unsurdur..: ‘asâ ve ‘ısyân

Asâ, “sopa, değnek; baston, dayanak” anlamlarındadır… Töreli hayâtın cârî olduğu devirlerde, seyâhat esnâsında tabîî ve beşerî muhtemel türlü tehlikelere karşı hem korunmak hem de karşılık vermek üzere kullanılan bir dayak, bir dayanaktır, asâ…

Bunun yanında, ‘asâ mecâz yoluyla “pusat, silâh” anlamını da karşılamaktadır…

Isyân, “itâat edilmesi gereken makâma karşı gelmek; nizâma ve iktidâra karşı bayrak açmak; isyan” anlamlarına gelmektedir…

‘Isyân, Cenâb-ı Hakk’a ve onun kânûnî nizâmına, yânî şerîata karşı çıkan duruşun da adıdır ki bu anlamıyla daha çok, müştakkı ya da kökteşi olan ma‘sıyet kelimesinde yaşayagelmiştir… ‘Isyân, dîn ü devlet mülk ü millet nizâmını ihlâl eden bir kalkma ve kalkışmadır da…

Bu iki kelimeden bir ism-i fâil olarak ‘âsî kelimesi, hem “‘ısyân eden, ‘ısyân suçu işleyen, ‘ısyânkâr” ve hem de “‘asâ çeken, ‘asâ kaldıran” anlamlarına gelmektedir…

Asâ, ‘ısyâna sebebiyet veren bir ağaç dalıdır… ‘Asâ, bir bakıma ısyân etme âleti, bir başka bakıma da ısyân bastırma âleti anlamlarında “‘ısyân sopası, ‘ısyân değneği” demektir… ‘Asâ, ‘âsîleri te’dîb etme ve cezâlandırma âleti, sopasıdır…

‘Asâ, kimi bağlamlarda da “‘ısyân silâhı” karşılığında kullanılmaktadır… Bu cümleden olarak, Arapça – Farsça birleşik bir kelime olan ‘asâkeş de ‘âsî kelimesiyle aynı anlamda “‘asâ çeken, ‘asâ kaldıran” demektir…

Isyân, fiiliyatta asâ kaldırmak veasâ göstermek eylemlerine tekâbül etmektedir, yânî “sopa kaldırmak; sopa göstermek” ve “silâh çekmek, silâh çıkarmak” anlamlarına gelmektedir…

‘Isyân Ağacı mı..?

Önce şeytân İblîs ‘ısyân etti, ma‘sıyette bulundu… Âdem’e secde etmekle emrolunan İblîs, emr-i ilâhîye karşı çıkarak Allâh’a ‘âsî oldu…

Ve sonra Âdem ‘ısyân etti, ma‘sıyette bulundu… İblîs’ten uzak durmakla emrolunan Âdem -ile Havvâ-, emr-i ilâhîyi tutmayarak Allâh’a ‘âsî olmuş oldu -sonrasındaki tevbesi kabul edilmiş olsa da-…

Ve hepsi cennetten kovulup indirildiler..:

Fe vesvese ileyhi’ş-şeytânu kâle yâ Âdemu hel edulluke ‘alâ-şecereti’l-huldi ve mülkin lâ-yeblâ… Fe ekelâ minhâ fe bedet lehumâ sev’âtuhumâ ve tafikâ yahsıfâni ‘aleyhimâ min-varaki’l-cenneti ve ‘asâ Âdemu Rabbehû fe ğavâ… (Nihâyet, şeytân ona vesvese verip dedi ki: yâ Âdem, sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir saltanatı göstereyim mi..? Nihâyet, -Âdem ile Havvâ- ikisi de ondan -ağacın meyvesinden- yediler; bunun üzerine, avret yerleri kendilerine göründü; üstlerini cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar; böylece, Âdem Rabb’ine ‘ısyân etti ve yolunu şaşırdı…)” (Tâhâ / 120-121)

Âdem aleyhisselâmın eşref-i mahlûkât olarak yaratılmış olmasından dolayı Allâh’a ‘ısyân etmiş olan İblîs’in “sonsuzluk ağacı“ olarak tanıttığı ağaç, Âdem atamız ile Havvâ anamızı da ‘ısyâna sevketmiştir… Dolayısıyla onların, yasak meyvesinden yedikleri bu ağacı “‘ısyân ağacı” olarak nitelendirmek mümkündür…

Anlaşılabildiği kadarıyla Âdem’i ‘ısyâna sevkeden insiyâk-ı nefsânî, “sonsuz kalma ve kalıcı olma arzusu”dur; İblîs de Âdem’i bu noktadan yakalamış ve iğvâsını vermiştir… Demek ki, bir mahlûk olarak insân fânîdir; onun, Allâh’ın sıfatı olan bekâyı talep etmesi, bir ‘ısyân sayılmaktadır…

Asâ-yı Mûsâ

Rivâyet odur ki..:

Âdem aleyhisselâm cennetten indirilirken elinde bir ‘asâ var imiş; bu ‘asâ, peygamberler vâsıtasıyla elden ele aktarılarak önce Şu‘ayb aleyhisselâma, sonrasında da onun vâsıtasıyla Mukaddes Tuvâ Vâdîsi’nde damadı Mûsâ aleyhisselâma kadar ulaşmış… Yânî, bu efsânevî rivâyete göre, Mûsâ aleyhisselâmın elinde bir mûcize âletine dönüşen ‘asânın, “’ısyân ağacı”ndan bir dal, bir dayanak, bir baston olduğunu ileri sürmek de imkânlar dairesinde mümkün görünmektedir…

Bu mesele üzerine yapılan yorumlar çerçevesinde, cennetten daha evvel kovulmuş olan İblîs’in, Âdem’i ayartıp yolunu şaşırtabilmesi için ona “yılan sûreti”nde yanaşıp vesvese vermiş olduğu da rivâyetler arasında yer almaktadır… Bundan dolayıdır ki töreli telakkîler dâiresinde İblîs – ‘ısyân – ‘asâ – yılan arasında ezelî bir alâka tasavvur edilegelmiştir…

Pekâlâ, ‘asâ – yılan arasında bulunan alâka, ‘ısyân – İblîs alâkasının nasıl bir tecellî ve tezâhürüdür..? Bunu en vecîz şekilde ancak Mûsâ aleyhisselâm kıssasından müşâhede etmek mümkün olabilir… Zîrâ, kendisinde ilâhî özellikler görmekle bir nevi ilâhlaştığını düşünerek Allâh’a ‘ısyân eden Firavun’a haddi bir ‘asâ ile bildirilmiştir; önce sihirbazlarını kaybetmiş olan Firavun, sonra da denizde boğulmuştur…

Tuvâ Vâdîsi’ndeki Mûsâ aleyhisselâm ile Allâh arasındaki meşhûr mükâlemede ‘asâsıyla alâkalı ilk mâlûmat birkaç âyette aynen şöyle verilmektedir..:

Ve mâ tilke bi-yemînike yâ Mûsâ… Kâle hiye ‘asây etevekke’u ‘aleyhâ ve ehuşşu bihâ ‘alâ-ğanemî ve liye fîhâ me’âribu uhrâ… Kâle elkıhâ yâ Mûsâ… Fe elkâhâ fe izâ hiye hayyetun tes‘â… Kâle huzhâ ve lâtehaf senu‘îduhâ sîratehe’l-ûlâ… (Yâ Mûsâ, şu sağ elindeki nedir..? -Mûsâ- Dedi ki: o, benim ‘asâmdır; ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim, onunla başka işlerimi de görürüm… -Allâh- Dedi ki: yâ Mûsâ onu yere at..! -Mûsâ- Onu yere attı; -bir de ne görsün- o, hızla akıp giden bir yılan oluvermiş… -Allâh- Dedi ki: tut onu, korkma; biz onu hemen ilk hâline döndüreceğiz…)” (Tâhâ / 17-21)

Orada Firavun’a teblîğ ile vazîfelendirilen Mûsâ aleyhisselâma ‘asâ vâsıtası ile bâzı mûcizeler bahşedilmiştir..:

Kâle in kunte ci’te bi-âyetin fe’ti bihâ in kunte mine’s-sâdıkîn… Fe elkâ ‘asâhu fe izâ hiye su‘bânun mubîn… (-Firavun- Dedi ki: açık bir delîl -mûcize- getirdiysen ve de doğru sözlülerden isen göster onu bakalım… -Mûsâ- Bunun üzerine ‘asâsını yere attı; baktılar ki apaçık -koskoca- bir yılan…)” (A‘râf / 106-107)

âyetlerinde, ‘âsî Firavun’un mûcize istemesine ‘asâ ile karşılık verildiği görülmektedir… Aşağıdaki âyetlerde ise, aynı bağlamda Firavun’u tanrılaştıran sihirbazların Allâh’a ‘ısyânları Mûsâ’nın ‘asâsı ile bastırılmış, yenilen sihirbazlar Allâh’a îmân etmişlerdir..:

Kâle lehum Mûsâ elkû mâ entum mulkûn… Fe elkav hıbâlehum ve ‘ısıyyehum ve kâlû bi-‘ızzeti Fir‘avne innâ le-nahnu’l-ğâlibûn… Fe elkâ Mûsâ ‘asâhu fe izâ hiye telkafu mâ ye’fikûn… Fe ulkıye’s-seheratu sâcidîn… Kâlû âmennâ bi-Rabbi’l-‘âlemîn… Rabbi Mûsâ ve Hârûn… (Mûsâ onlara -sihirbazlara- dedi ki: hadi, ne atacaksanız atın… Bunun üzerine onlar da iplerini ve ‘asâlarını attılar ve dediler ki: Firavun’un izzeti hakkı için elbette biz gâlip geleceğiz… Mûsâ da ‘asâsını attı; bir de ne görsünler, onların düzmece sihir nesnelerini yutuyor… Derhâl sihirbazlar secdeye kapandılar… Dediler ki: âlemlerin Rabbine îmân ettik… Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine…)”(Şu’arâ / 43-48)

Mûsâ aleyhisselâm, İsrâîloğulları’nı âdetâ bir ‘ısyân ile Firavun’un zulmünden kurtarıp kaçırmış, peşlerine düşen Firavun ve askerlerinden kurtulmak için yaptığı münâcât sonunda ‘asâsını Kızıldeniz’e vurmuş, yarılan denizden kendileri karşıya geçip kurtulmuşlar, ancak Allâh’a ‘ısyân eden Firavun ve askerleri denizde boğulmuşlardır… Hâsılı, ‘ısyânkâr Firavun’un cezâsı bir ‘asâ vâsıtasıyla kesilmiştir..:

Fe evhaynâ ilâ-Mûsâ enıdrib bi-‘asâke’l-bahr fe’nfelaka fe kâne kullu fırkin ke’t-tavdi’l-‘azîm… (Bunun üzerine Mûsâ’ya “’Asânla denize vur..!” diye vahyettik; deniz derhâl yarıldı, her parçası koca bir dağ gibiydi…)” (Şu’arâ / 63)

Kavmi ile Sînâ topraklarına doğru ilerleyen Mûsâ aleyhisselâm, kavminin sürekli bir şikâyet ve ‘ısyân hâliyle karşılaşmış, türlü mûcizelerin yardımıyla onların Allâh’a îmanlarını muhâfaza etmeye çalışmıştır… Bu mûcizelerin birinde Mûsâ aleyhisselâm ‘asâsını taşa vurarak susuz kalan kavmi için su çıkarmıştır..:

Ve izi’steskâ Mûsâ li-kavmihî fe kulna’drib bi-‘asâke’l-hacer fe’nfecerat minhu’snetâ ‘aşrate ‘aynâ kad ‘alime kullu unâsin meşrabehum kulû ve’şrabû min-rızkillâhi ve lâ-ta’sev fi’l-arzi mufsidîn… (Hani, Mûsâ kavmi için su dilemişti de biz ona “‘Asânı taşa vur..!” demiştik; bunun üzerine taştan oniki göze fışkırmış, her boy kendi su alacağı gözeyi bilmişti; -onlara- “Allâh’ın rızkından yiyin, için; sakın yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın..!” demiştik…)” (Bakara / 60)

Bilinmektedir ki, türlü mûcizelere muhâtab olmalarına rağmen İsrâiloğulları Allâh’a ve resûlü Mûsâ’ya karşı itâatsizliğe, ‘ısyâna ve ma‘sıyete devâm etmişlerdir… Onları ‘Asâ-yı Mûsâ bile yola getirememiştir…

Halkın ağzında “Allâh’ın sopası yok..!” şeklinde bir deyim dolaşmaktadır; Allâh’ın ‘âsî kullarının dünyâda da türlü sebep ve vâsıtalarla cezâlandırıldığını, bunun için sopa gibi somut bir âlete ihtiyaç duyulmadığını ifâde etmektedir, bu deyim… Mâmâfih, ‘Asâ-yı Mûsâ’yı “Allâh’ın sopası” saymak, ama artık İlâhî cezânın böyle nebevî – mûcizevî somut âletler vâsıtasıyla gelmeyeceği şeklinde bir yorumlamada bulunmak da mümkündür…

Töreli Türk şiiri ‘Asâ-yı Mûsâ’ya dâir zengin beyân ve bedî’ unsurlarıyla doludur… 17. Asır Dîvân şâirlerinden Nâilî’nin

Mâruz ki ‘asâ-yı kef-i Mûsâda nihânuz

Mâr anlama mûruz ki teh-i pâda nihânuz

[Biz, Mûsâ’nın elindeki ‘asâda gizli olan yılanız… Yılan anlama; biz, ayak dibinde gizli olan bir karıncayız…]

mısrâlarında şâir, her ‘asânın derûnunda zımnen bir yılanın mündemiç olduğuna îmâda bulunmakta ise de kendisini -ve kendisi gibi olan şâirleri- Mûsâ aleyhisselâmın elindeki ‘asânın batnında mânen nihân olan büyük mûcize yılanıyla özdeşleştirmektedir… Bir Sebk-i Hindî ustâdı olarak Nâilî, -derin îmâ yoluyla- muhtemelen kendi dilini diğer şâirlerin dillerini âciz bırakıp yutan tılsımlı mânâ ve mûcize yılanına benzetmektedir… Şâir ikinci mısrâda Hazret-i Süleymân ile karınca arasındaki kıssaya telmihte bulunmakta; yine, kendisini -ve kendisi gibi olan şâirleri- Süleymân aleyhisselâmın -ve askerlerinin- ayaklarının dibinde -yânî yolu üzerinde- onunla söyleşen, konuşmasıyla onu hayrete düşüren mütevâzı mûcize karıncası olarak görmektedir… Biri elde, diğeri ayak altında iki mûcize vâsıtası, şâirin i’câz vasfına -yânî mûcizevî söyleyiş kâbiliyetine- işâret etmektedir…

Dayak Cennetten İnme midir..?

Gelelim ‘ısyân ve ‘asâ ile dayak arasındaki alâkaya…

Türkçe’de ses evrimi ile tayak kelimesinin bir türevi olan dayak, “mesned, dayanak” anlamlarına gelmekte ve bu yolla “‘asâ, baston; sopa, değnek” anlamlarında da kullanılmaktadır… “Dayak cennetten çıkmadır…” töresözü bu bağlamda yorumlanacak olursa, dayaktan murâdın da doğrudan “dövmek” olmadığı anlaşılacaktır… Zîrâ yukarıda, ‘ısyân ağacının bir dalı olarak ‘asânın, Âdem aleyhisselâmın elinde cennetten indirildiği rivâyet ve yorumundan bahsedilmişti…

İblîs’in ve onun iğvâsıyla da Âdem ile Havvâ’nın ‘ısyânları, onların cennetten çıkarılmalarına ya da indirilmelerine sebep olmuştur… Dolayısıyla, ‘ısyân ve ‘ısyân ağacının bir dalı sayılmış olan ‘asâ -yânî tayak > dayak– cennetten çıkma veyâhut inmedir… Diğer bir bakışla, onların cennetten yeryüzüne indirilmelerini, esâsında bir cezâ ya da dayak saymak da mümkündür… Şöyle ki..:

Fe ezellehume’ş-şeytânu ‘anhâ fe ahrecehumâ mimmâ kânâ fîhi ve kulne’hbitû ba‘zukum li-ba‘zin ‘aduvvun ve lekum fi’l-arzi mustekarrun ve metâ‘un ilâ-hîn… (Nihâyet şeytân ayaklarını oradan kaydırdı; onları içinde bulundukları konumdan çıkardı; bunun üzerine -onlara- dedik ki: birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde belli bir zamâna kadar kalma yeri ve yaşama nasîbi vardır…)” (Bakara / 36)

Tüm bunların yanında, şer‘î-örfî mahkemenin verdiği sopa, değnek ya da falaka cezâsını da ‘asâ-‘ısyân çerçevesinde yorumlamak mümkündür…

Şecere-yi Vakvâk

Doğu mitolojilerinde meyveleri insân sûretinde tasavvur edilmiş efsânevî bir ağaçtır, şecere-yi vakvâk… Sultân 4. Mehmed devrinde 4-8 Mart 1656 târihlerinde çıkan yeniçeri ‘ısyânında, ‘ısyânkâr yeniçerilerin -tıpkı kendilerinin de bâzı devlet adamlarını astıkları gibi- Sultanahmed Meydânı’ndaki bir çınar ağacına asılarak cezâlandırılmaları da bu bağlamda oldukça mânîdardır… Zîrâ, Çınar Vak‘ası ya da -vakvâk ağacından teşbîh ve tedâ‘î yoluyla- Vak‘a-yı Vakvâkiyye denilen bu olayın merkezindeki o ağaç da bir bakıma ‘ısyân ağacı sayılabilir…

Hulâsa-yı kelâm…

Büyük küçük farketmez, her ‘ısyânın hakkından bir ‘asâ gelir; her ‘âsînin hakkından da bir ‘asâkeş gelir…

Mevlâ, ilk ve en büyük ‘âsî olan İblîs’in iğvâlarına uyup ‘ısyân ve ma‘sıyete düşmekten cümlemizi muhâfaza eylesin… Mevlâ, kıyâmet gününün cezâ ‘asâsından cümlemizi emîn eylesin… ‘Asâ-yı Mûsâ cümlemizin yoldaşı olsun… Âmîn…

Selâmet ve letâfetle kalalım…

Abdülkadir DAĞLAR

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu