‘Uhde – ‘Ukde – ‘Umde Kelimelerine Dâir
Töreli Türk şiirinin büyüklerinden Nef‘î, aynı zamanda bir fahriyye kasîdesi olan meşhûr na‘t-ı şerîfine
‘Ukde-yi ser-rişte-yi râz-ı nihânîdür sözüm
Silk-i tesbîh-i dür-i seb‘a’l-mesânîdür sözüm
mısrâlarıyla -husûsiyetle de ‘ukde kelimesiyle- başlamakta, sözünü -yânî şiirini- habbe habbe gizli sır incilerinin dizili olduğu tesbîh ipi ile o ipin uçlarının düğüm noktasına teşbîh etmektedir; o inciler ki Fâtiha Sûresi’nin namazlarda tekrar tekrar okunan yedi âyetidir… Nef ‘î ayrıca “sözüm” redîfiyle de ezelî muhabbetin beşerî tarafını, yânî Habîbullâh -aleyhissalâtu vesselâm- efendimizi istiâre etmektedir…
Bu mısrâlarda da yorumlandığı üzere, ulvî âlemlerin gizli sırları ve ezelî hilkatın menşe’i ile ‘ukde arasında zımnî bir bağ bulunmakta; bir devriyye çerçevesinde de tüm mevcûdâtın nizâmı, bir tesbîh istiâresinde ifâdesini bulabilmektedir… Hulâsa, yaratılış hikâyesi bir ‘ukde, bir kördüğüm, bir muammâ ile başlamaktadır…
Pekâlâ, bu muammâ nasıl halledilip çözülecektir..?
Kelimelerin anlamlarını kavramlarının hakîkat alanıyla yorumlayan ilmî ve irfânî bir ameliyedir, “töreli iştikâk”, kavram ve kelimelerin dikey düzlemdeki serencâmının izlerini sürmektedir… Bu minvâlde, tek harfleri farklı üçlü masdarlar arasında yapılan “iştikâk-ı ekber (en büyük iştikâk)” ameliyesinin de kelime düzleminde birbirinden farklı kavramları mânâ düzleminde tek hakîkat alanına döndürmeyi gâye edindiği mâlûmdur…
Bu denemede ise, ‘–h–d, ‘–k–d, ‘–m–d üçlü masdarlarından türemiş olan bâzı kavram-kelimeler arasındaki iştikâk yorumlanmaya çalışılacak, son tahlilde de bu üçlülerin müştereken ortaya koyduğu anlam alanı karşısında ‘–b–d masdarının durumu dikkatlere sunulacaktır…
‘Uhde, “söz verme; söz verme yoluyla sorumluluğu üzerine alma, yüklenme” anlamlarındadır… Bunun yanında kelimenin, “tekellüf etme” anlamında da kullanıldığını söylemek gerekir…
‘Ukde, “bağ, düğüm; bağlayan şeylerin, bağların düğümlendiği nokta” anlamlarına gelmektedir… Kelime daha ziyâde, “çok istendiği hâlde yapılamamış işlerin, çok niyetlenildiği hâlde birbirine bağlanamamış bağlar ve kurulamamış alâkaların, insânın iç dünyâsına bıraktığı kördüğüm” anlamıyla kullanılmaktadır…
‘Umde, “dayanılan şey, dayanak; esâs, ilke; usûl” anlamlarını karşılamaktadır… Kelime, dayanılan şey, dayanak anlamıyla ise, “direk, temel direk” mânâsındaki ‘imâd kelimesiyle kökteşlik alâkası göstermektedir…
‘Ahd – ‘Akd – ‘Amd
Yukarıda bahsi geçen üç kelimenin müştakk ya da kökteşleri olan -sırasıyla- ‘ahd, ‘akd ve ‘amd kelimeleri aynı şekilde birbirleriyle iştikâk ya da kökteşlik alâkası içerisindedir… Bilindiği üzere, ‘ahd, “söz, and, yemîn”; ‘akd, “bağ”; ‘amd ise, “niyyet, kasd, tasarlama” anlamlarına gelmektedir… Dolayısıyla bu kavram-kelimelerin hepsi, “özlerindeki bir niyyet etrâfında bağlanma” anlamını mündemiç görünmektedir…
Sıra, tüm bu müştakk kavram-kelimeler arasındaki iştikâk ya da kökteşlik alâkasını yorumlamaya gelmiş ise şunları söylemek mümkündür..:
‘Uhde, söz verme yoluyla atılan ‘ukde, ilmek ya da bağdır… ‘Uhde, söz verme yoluyla kurulan ‘akd, ilgi ve ilişkidir… ‘Uhde, bir temel ‘ahd, and ya da söz etrâfında şekillendirilip ayağa kaldırılan ‘umdedir… ‘Uhde, beşerî âlemde ‘amden -isteyip tasarlayarak- verilen sözleri unutturmamak ve dâimâ hâtırlatmak üzere ferdin vicdânını ayık ve şuûrunu ayakta tutan mecâzî ‘imâd ya da direktir…
‘Ukde, ‘uhde altına alamamaktan kaynaklanan bir kördüğüm ve bir çözümsüzlük hâlidir… ‘Ukde, ‘ahd edilip -and içilip, söz verilip- de o ‘ahde bağlı kalamamanın sebebiyet verdiği çözümsüz rûhî kördüğümdür… ‘Ukde, esâs ‘umdelere riâyet etmeyerek usûlsüz davranmanın yol açtığı vusûlsüzlük ve başarısızlık darboğazıdır… ‘Ukde, istendiği hâlde bir ‘amd -tasarlama- ihmâli ya da niyyet eksikliğinden kaynaklanan eylemsizlik sonucunda kaçırılan fırsatların fertte meydâna getirdiği pişmanlık ve huzursuzluk hâlidir… ‘Ukde, ‘amden ve hatâen suç işleyen ferdin vicdânını gölgede bırakan silinmez leke ve acı tecrübedir…
‘Umde, bir bütünü oluşturabilme gâyesiyle unsurların birbirlerine verdikleri ‘ahddir, ‘uhdedir; şöyle ki tüm unsurlar, ancak bir esâs ‘umdenin zımnen ‘uhdesi altında bir arada bulunabilirler, bir bütünü oluşturabilirler… ‘Umde, unsurları tek merkez etrâfında bir bütün oluşturacak şekilde birbirine iliştirip bağlayan ‘akddir, ‘ukdedir; şöyle ki tüm unsurlar, ‘umdeye zımnî bir ‘akd yoluyla bağlıdırlar…
Tüm mevcûdâtın ve kâinattaki tüm unsurların esâs nizâmının Arş gökkubbesi tarafından belirlendiği kabûl edilecek olursa, Arş’ı hakîkî ‘umde saymak, o ‘umdenin de farazî bir ‘imâd -bir direk- üzerinde dönüp durduğunu söylemek yerinde olacaktır…
Belâ
Buraya kadar sözkonusu edilen kavram-kelimeleri hakîkat alanında, iştikâk dâiresinde bir araya getiren bir mükâlemeden bahsetmek yerinde olacaktır… Bu, tâ Kâlû Belâ’da Elest Meclisi’nde Allâh ile insan rûhları arasındaki söyleşme ve sözleşmedir ki Kur’ân’da şöyle nakledilmektedir..:
“Ve iz ehaze Rabbuke min-Benîâdeme min-zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum ‘alâ-enfusihim Elestu bi-Rabbikum kâlû Belâ şehidnâ en tekûlû yevme’l-kıyâmeti innâ kunnâ ‘an-hâzâ ğâfilîn… (Kıyâmet gününde, “Biz bundan gâfildik…” demeyesiniz diye Rabb’in, Âdemoğulları’ndan, onların sırtlarından -bellerinden- zürriyyetlerini çıkardı; onları kendi nefislerine şâhid tuttu ve dedi ki “Ben, sizin Rabb’iniz değil miyim..?” -Onlar da- “Evet, şâhid olduk..!” dediler…” (A’râf / 172)
Bu âyette geçen Belâ kavram-kelimesiyle temsîl edilen söyleşme ve sözleşmenin, bu iştikâk denemesindeki yeri ve vazîfesi hakkında şunlar söylenebilir..:
ı. Belâ -yânî evet– diyerek, tüm rûhlar Allâh’ın Rabb olduğunu kabûl ile kulluklarını -tekellüf ederek- kendi ‘uhdelerine almış, -bir bakıma- kulluklarına bağlı kalacaklarına dâir ‘ahd edip söz vermiş oldular…
ıı. Belâ, rûhlarla Allâh arasındaki ilk ve en büyük ‘akd yânî sözleşmedir; dolayısıyla, bu ‘akd, tüm vicdanlardaki en büyük ‘ukde sayılır… Bildikleri hâlde bu ezelî ‘akde bağlı kalmayan kulların vicdanları dâimâ bu ‘ukde ile kördüğümlüdür…
ııı. Belâ, Rabb ile abd arasındaki ezelî sözleşme ile tüm münâsebetleri tanzîm eden en mühim ‘umdedir… Kullar, Rabb’lerine karşı ‘ahdlerini ve ‘akdlerini ‘amden ve hatâen ihlâl ettiklerinde Belâ ‘umdesini hâtırlayarak ezelî kulluk ayarlarına geri dönerler…
Kezâ denilebilir ki, Belâ, rubûbiyyet ile abdiyyet ve ubûdiyyet arasındaki dikey münâsebetler nizâmını ayakta tutan ‘imâd yânî temel direk sayılır… ‘İmâd, Arz’dan Arş’a yükselen, ibâdet yânî kulluk direğidir… “Es-salâtu ‘imâdu’d-dîn… (Namâz ve duâ, dînin direğidir…)” hadîs-i şerîfinde de öğütlendiği gibi, kişiye kulluğunu hâtırlatan her ibâdet, Belâ ‘umdesini ayakta tutan bir ‘imâd, bir direktir…
Ve ‘abd…
Yazının başından îtibâren ‘ahd – ‘akd – ‘amd kelimeleri arasında bulunduğu varsayılan anlam alâkalarının tamâmı, “kul, köle” anlamına gelen ‘abd kelimesini de tâ özünden iştikâk dâiresine almaktadır… Zîrâ, ‘abd -kul, köle- de zımnen bir “sözlülük; bağlılık, zincirlilik” anlamını ifâde etmekte, göstermektedir… Yânî, “ancak ‘ahd, ‘akd ve ‘amd ile ‘uhde, ‘ukde ve ‘umde sâhibi olan kişi ‘abd vasfını hâizdir”, demektir…
Hâsıl-ı kelâm ve hulâsa-yı merâm…
Arz ile Arş arasında mevcûd olan tüm varlıklar gibi tüm lisân ve mantık unsurları da derûnî ve mânevî bir iştikâk alâkası içerisindedir… Bu alâkalar ancak dikey düzlemde kavranabilir ve yorumlanabilir durumdadır… Aksi hâlde, velûd ve bereketli dikey düzleme nisbetle daha kısır ve daha çorak olan yatay düzlemin dili sâyesinde bu alâkaların anlaşılabilmesi ve anlatılabilmesi mümkün görünmemektedir…
Mevlâ-yı Müte‘âl -azze ve celle-, biz kullarının ezelî ‘ahdi ile ‘uhdesine verdiği şeylerin hukûkunu muhâfaza etmeyi cümlemize kolay kılsın… Rabb’imiz, cümlemizi ‘akdini ve ‘ukdesini kavî tutan kullarından eylesin… Allâh, ‘amdini -niyyetini- hâlis tutarak kulluğun esâs ‘umdelerine sâdâkat gösteren hakîkî kullarının zümresine cümlemizi ilhâk eylesin…
Âmîn bi-hurmeti Hâmîm ve Yâsîn…
Selâmet ve letâfetle…
Abdülkadir DAĞLAR