Deyn – Dîn – Medîne Kelimelerine Dâir
Dîn, dilin evidir…
Evet evet… Dilin evi, dîndir… Âdemoğlu, dilini kullanmayı dîninden öğrenir…
Dahası… Âdemoğlu, dilini kullanmayı medînede öğrenir; zîrâ, medîne, dînini aynı dille öğrenenlerin yeridir…
Dil, üzerimize bir deyn ise, dili kimden borç aldık; dedelerimizden mi, torunlarımızdan mı; yoksa, kime teslîm edeceksek onlardan mı..?
Töreli iştikâkın bu denemesinde, biraz töreli iktisat, biraz töreli şehircilik ve biraz da töreli ilâhiyâta temâs edilecektir… Nitekim, töreli olan her şey, birbiriyle münâsebet ve birbiriyle muârefe hâlindedir… Her biri bir özge kavramın aynası olan üç özge kelime, acabâ hangi tözü yansıtmaktalar ve hangi özden söz etmekteler..? Deyn, dîn ve medîne; âit oldukları lâfız kalıplarına dökülmeden evvel hangi mânâ potasında erimiş hâldeydiler..?
Deyn, “borç; belli bir süre sonuna kadar iâde edilme taahhüdüyle alınan şey ya da para; karz” demektir…
Dîn, “insânların kendilerini aştığına, kuşattığına inandıkları ulvî âlemleri anlamaya ve kendilerini yarattığına, var ettiğine inandıkları ilâhlarıyla mânevî olarak bağ kurmaya çalışma uğrunda kendilerine semâvî âlemden sunulan inanç yolu; îtikâda ve ibâdete taalluk eden esâsların tümü” anlamlarındadır…
Medîne, “şehir, kent, şar; Yesrib’in hicretten sonraki adı” anlamlarına gelmektedir…
Deyn, borçlu ile alacaklının hukûkunu dînin tanzîm ve tâyîn ettiği borçtur… Deyn, dînin, muayyen vakitler içerisinde ya da tâyîn edilmiş bir zamâna kadar, mü’minlerinden ve müntesiplerinden yerine getirmelerini beklediği mükellefiyetler ve ibâdetlerdir…
Deyn, ancak medîne hayâtında hukûkî bir mesele sayılmaya başlar… Deyn, dînin ancak medîne bağlamında müntesiplerine teklîf edebileceği beşerî münâsebetler ile mükellefiyetlerin esâsıdır; yânî, cemiyeti oluşturan fertler, birbirlerine karşı zımnî-dînî bir deyn sözleşmesi ile sorumlu hâle gelirler…
Dîn, bülûğ çağından ölümüne kadar -aklî sıhhati yerinde olduğu müddetçe- her ferdin üzerine bir deyn yânî borçtur… Yânî dîn, teklîf ettiği mükellefiyetlerle müntesiplerinin üzerine bir deyn demektir… Dîn, evvelâ ferdin tekellüf ettiği bir deyn olmakla birlikte, aynı zamanda da cemiyete yönelik bir deyn manzûmesi tanzîm eder…
Dîn, tüm müesseseleriyle -yânî ahlâk, akâid, ibâdât, muâmelât, muâşerât, fıkıh gibi tüm yönleriyle- ancak bir medînede temsîl edilebilir, fert ve cemiyet hayâtına geçirilebilir… Dîn, bir yerleşim yerini medîne kılan en mühim unsur ve âmildir… Dîn, ancak medîne ölçeğinde devletleşme imkânı bulabilen bir müessesedir…
Medîne, bir ism-i mekân olarak, dînin yaşandığı, yaşanma imkânı bulduğu belde, dîn yeri demektir… Medîne, dînin hür ve müstakil olarak neşv ü nemâ bulduğu yerleşim yeridir… Medîne, dînin temsîl edildiği belde ya da şehirdir… Medîne, dîn devletinin merkezi, başşehridir… Özelde ise, Medîne, İslâm Dîni’nin devletleştiği, İslâm Devleti’nin kuruluşunun gerçekleştiği şehrin adıdır…
Medîne, deyn hukûkunun mer‘î ve cârî olduğu beldedir; diğer bir deyişle, borç verme ve borçlanma münâsebetlerinin şer’î ya da örfî bir hukûkî zeminde icrâ edilebildiği yerdir… Medîne, deynin iki tarafının, yânî borçlu ve alacaklının birbirlerini bulabilecekleri yerleşim yeridir… Medîne, İslâm’ın deyn muâmelâtının esâsını oluşturan âyetlerin nâzil olduğu dîn şehridir…
Dînim Deynim midir
Hâkânî Mehmed Bey, Miftâh-ı Fütûhât isimli eserinde geçen
Dînden olmak gibidür bî-haber
Deynüni unutma dimiş atalar
mısrâlarında, -ataların töresözüne de atıfta bulunarak- deyni, yânî borcu unutmayı, dînden habersiz gâfil olmaya benzetmekte; bir bakıma da deyn ile dîni özdeşleştirmektedir…
Gelibolulu Mustafâ Âlî, manzûm Riyâzu’s-Sâlikîn kitâbındaki
Deyndürür ehl-i gınâya zekât
Nite ki farz oldı edâ-yı salât
…
Emr-i zekâta ne söz ol deyndür
Anı edâ eylememek şeyndür
sözleriyle, namâzın edâsının mü’minlere farz kılınması gibi, zekâtın da zenginlerin üzerine bir deyn yânî borç olduğunu, o deyni edâ etmemenin de çirkin bir ayıp ve ciddî bir kusûr sayıldığını ifâde etmektedir…
Kezâ, Nev‘îzâde Atâyî de, Sohbetü’l-Ebkâr adlı eserindeki
Deyndür âdeme tâ‘ât-ı Hudâ
Halkun ahvâli emânât-ı Hudâ
…
Deyndür boynına mânende-yi tavk
Ki emânâtı ide ehline sevk
…
Deyndür zimmete şey’-i mev‘ûd
Hulf-ı va‘d oldı hılâf-ı ma‘hûd
…
Veresiye inanur hem-nefesi
Deyndür zimmet-i merde veresi
beyitlerinde, Allâh’ın emirlerine itâat etmenin, emânetleri ehline vermenin, verdiği sözde durmanın ve vermeyi taahhüt ettiği şeyi vermenin, -her biri dînin birer emri olarak- kişinin üzerine birer deyn yânî borç olduğunu söylemektedir… Atâyî’ye göre, deyn kişinin boynunda bir halka ve âdetâ bir tasmadır, dâimâ kişiye üzerindeki emânetlere dâir taahhütlerini hâtırlatmalıdır…
Deyn Yiğidin Kamçısı mı
Nâbî, oğlu Hayrullâh’a nasîhat için kaleme aldığı Hayriyye isimli meşhûr eserindeki
Deynden böyle gözüm nûrı seni
Saklasun hazret-i Allâh-ı Ganî
Hoşdur esvâb u bisâtın satmak
Deynsüz aç u bürehne yatmak
Deyne nisbetle bu bir ni‘metdür
Hele da‘vâcısı yok râhatdur
beyitleriyle, deynin, yânî borç ve borçlanmanın iyi bir şey olmadığını, dahası Allâh’a sığınılması gereken bir şey olduğunu îmâ etmekte; karnı tok ama deyn içinde olacağına, aç ve açıkta olup da borçsuz olmanın daha büyük bir nîmet sayılması gerektiğini, deyni kapatmak için ise, ev eşyâlarını ve hattâ kılık-kıyâfetini satmanın gâyet mâkûl ve mûteber bir hareket olacağını dile getirmektedir…
Nâbî, yine deynle alâkalı bir bağlamda geçen şu mısrâlarında da kişinin dünyevî deynlerini ödemeye gayret ederken uhrevî deynlerini savsaklayabildiğine işâret etmekte, oğlunu böyle bir tehlikeye karşı îkâz etmektedir:
Dünyevî deynine eyler himmet
Uhrevî deyni kalur der-zimmet
Dolayısıyla, anlaşılmaktadır ki âhiret deyninden murâd dîndir; dünyâ deynlerine dalıp da dînden gâfil olunmamalıdır…
Deynin Dîni Medîne’de
Deyn yânî borç hukûkuna dâir muâmelâtın nasıl olması gerektiğine dâir âyetler, tamâmının Medîne’de -ya da Medîne devrinde- nâzil olduğu Bakara Sûresi’ndedir… Deyni dînî bir zemîne oturtan bu âyetlerin, sûrede bilhassa fâize dâir âyetlerden hemen sonra gelmesi, dînin merkezi konumundaki Medîne’de yine dîne dayalı olarak icrâ edilen iktisâdî hayâtı koruma altına alma gâyesine de bir işâret sayılabilir… Zîrâ, fâiz dîni ne kadar tahrîb ederse, fâizsiz verilen deyn -karz- de dînî-ictimâî hayâtın beşerî bir parçası olan iktisâdî hayâtı o nisbette te’mînât altına alır…
Medîne’de mü’minlere hitâben deyn üzerine inen âyetler şöyledir:
“Yâ eyyuhe’llezîne âmenû izâ tedâyentum bi-deynin ilâ-ecelin musemmen fe’ktubûh ve’l-yektub beynekum kâtibun bi’l-‘adl ve lâ-ye’be kâtibun en yektube kemâ ‘allemehu’llâhu fe’l-yektub ve’l-yumlili’llezî ‘aleyhi’l-hakku ve’l-yettekı’llâhe Rabbehû ve lâ-yebhas minhu şey’â fe in kâne’llezî ‘aleyhi’l-hakku sefîhen ev za‘îfen ev lâ-yestetî‘u en yumille huve fe’l-yumlil veliyyuhû bi’l-‘adl ve’steşhidû şehîdeyni min-ricâlikum fe in lem-yekûnâ reculeyni fe reculun ve’mra’etâni mimmen terzavne mine’ş-şuhedâ’i en tazılle ihdâhume’l-uhrâ ve lâ-ye’be’ş-şuhedâ’u izâ mâ du‘û ve lâ-tes’emû en tektubûhu sağîran ev kebîran ilâ-ecelih zâlikum aksetu ‘inde’llâhi ve akvemu li’ş-şehâdeti ve ednâ ellâ tertâbû illâ en tekûne ticâraten hâzıraten tudîrûnehâ beynekum fe leyse ‘aleykum cunâhun ellâ tektubûhâ ve eşhidû izâ tebâye‘tum ve lâ-yuzârra kâtibun ve lâ şehîd ve in tef‘alû fe innehû fusûkun bikum ve’tteku’llâh ve yu‘allimukumullâh v’allâhu bi-kulli şey’in ‘alîm… Ve in kuntum ‘alâ-seferin ve lem-tecidû kâtiben fe rihânun makbûzah fe in emine ba‘zukum ba‘zan fe’l-yu’eddi’llezi’tumine emânetehû ve’l-yettekıllâhe rabbeh ve lâ-tektumu’ş-şehâdeh ve men yektumhâ fe innehû âsimun kalbuh v’allâhu bimâ ta‘melûne ‘alîm… (Ey îmân edenler..! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zamân bunu yazın; aranızda bir yazıcı adâletle yazsın; yazıcı, Allâh’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, -her şeyi olduğu gibi- yazsın; üzerinde hak olan -borçlu- da yazdırsın ve Rabbi olan Allâh’tan korkup sakınsın da borçtan hiçbir şeyi eksik etmesin -hepsini tastamâm yazdırsın-; eğer borçlu, aklı ermeyen, veyâ zayıf bir kimse ise ya da yazdıramıyorsa velîsi adâletle yazdırsın; -bu işleme- şâhidliklerine güvendiğiniz iki erkeği; eğer iki erkek olmazsa, bir erkek ve iki kadını şâhid tutun; bu, onlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hâtırlatması içindir; şâhidler çağırıldıkları zamân -gelmekten- kaçınmasınlar; az veyâ çok, borcu son süresine kadar yazmaya üşenmeyin; bu, Allâh katında adâlete daha uygun, şâhidlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir; yalnız, aranızda hemen alıp verdiğiniz peşin ticâret olursa, onu yazmamanızdan ötürü üzerinize bir günâh yoktur; alışveriş yaptığınız zamân da şâhid tutun; yazıcıya da şâhide de bir zarar verilmesin; eğer aksini yaparsanız, bu sizin için günâhkârca bir davranış olur; Allâh’a karşı gelmekten sakının; Allâh, size öğretiyor; Allâh, her şeyi hakkıyla bilendir… Eğer yolculukta olur da bir yazıcı bulamazsanız, o zamân alınmış rehinler yeterlidir; eğer birbirinize güvenirseniz kendisine güvenilen kimse emânetini -borcunu- ödesin ve Rabbi olan Allâh’tan sakınsın; bir de şâhidliği gizlemeyin; kim şâhidliği gizlerse, şüphesiz onun kalbi günâhkârdır; Allâh, yaptıklarınızı hakkıyla bilendir…)” (Bakara / 282-283)
Seferî olanların deyn muâmelelerini tanzîm eden ikinci âyet, “Acabâ bedevî ya da göçebeler arasında deyn hukûku var mıdır, varsa hangi esâslara tâbi‘dir..?” meselesine de bir bakıma ışık tutmaktadır… Ancak, âyetlerden anlaşılabildiği kadarıyla, şöyle bir çıkarım da imkân sâhasında kendisine yer bulabilir:
Tüm müesseseleriyle dînî hayâtın yaşanabilmesi, dînin şer‘î ahkâmının mer‘î ve cârî olabilmesi için âdetâ lâzım ve şart olan medîne -yânî şehir-, deyn hukûnunun -yânî borçlanma muâmelâtının- da sahîh ve kâmil olarak uygulanabilmesi için elzemdir… Zîrâ, âyetlerde dikkat çeken “yazmak -kitâbet-, yazıcı -kâtib-, şâhid, velî” gibi anahtar kavram-kelimelerin, bedevî göçebe hayâtından ziyâde hazarî medîne hayâtıyla alâkalı olduğu muhakkaktır… Meselâ, göçebe hayâtında yazıdan çok söz geçerlidir, kitâbî olandan ziyâde şifâhî olana ehemmiyet verilir…
Deyn ile medîne alâkasına töreli şehircilik izleğinde şöyle bir yorum daha getirmek yerinde olacaktır:
Medîneler -yânî şehirler-, torunlardan dedelere bir deyndir -yânî borçtur-, dedelerin ömürlerinin sonuna kadar bir emânet hassâsiyetiyle muhâfaza ederek yaşayıp, yaşatıp devrettikleri… Kezâ, şimdiki nesiller de medîneleri gelecek nesillerden birer deyn olarak aldılar, bir ömürlük emânet şuûru içerisinde koruyarak kullanmak ve çocuklarına bırakmak üzere…
Dîn de öyle değil midir..? Dîn de emânet şuûru içerisinde aslını esâsını korumak ve kirletmeden, bozmadan gelecek nesillere ödemekle mükellef olduğumuz bir deyn değil midir..?
Medîne dîni muhâfaza eder, dîn de medîneyi; töreli şehircilik anlayışıdır, bu… Dîn, medînenin rûhudur; medîne ise, dînin bedeni… Dîn, ancak medînede yaşamaya devâm edebilir; medîneye doğru, iyi ve güzel yaşama kâbiliyeti veren ise, dîndir… Velhâsıl, medîne töreli şehirdir ve ancak töreli şehirlere medîne adı verilebilir…
Bu zâviyeden bakılacak olursa her mü’min de bir medîne sayılmaz mı..?
O hâlde, Hacı Bayram-ı Velî’nin şu mısrâlarıyla “hitâmuhû misk” diyelim:
Çalabum bir şar yaratmış iki cihân arasında
Bakıcak dîdâr görinür ol şarun kenâresinde
Nâgehân ol şara vardum anı ben yapılur gördüm
Ben dahı beyle yapıldum taş u toprak arasında
Şâgirdleri taş yonarlar yonup ustâda sunarlar
Çalabun ismin anarlar ol taşun her pâresinde
Ol şardan oklar atılur gelür sîneme batılur
Ârifler sözi satılur ol şarun bâzâresinde
Şar didükleri gönüldür ne âlimdür ne câhildür
Âşıklar kanı sebîldür ol şarun kanâresinde
Bu sözi ârifler anlar câhiller bilmeyüp tanlar
Hacı Bayram kendi banlar ol şarun menâresinde…
Selâm’ın selâmeti ile Latîf’in letâfeti töreli yolumuza yoldaş olsun…
Abdülkadir DAĞLAR
Bir Yorum