Eski Türkçede sıfat olarak “doğruluk” mânâsına gelen “kirtü” kökünden “türe”yen gerçek kelimesi, “çe” ve “ok” ile kaynaşarak (kirtü+çe+ok > kirtüçek > kirtçek > kirçek > girçek > gerçek) vücûd bulmuştur. Kelime en temel mânâsıyla, “İnkâr edilmeyecek şekilde var olan, var olmuş bulunan, hakîkî, vāki, reel” karşılığında “Gerçek değer” “Gerçek dünya” şeklinde lisana dair “gerçek” bir kıymet üretmektedir.
Kelimenin aynı kıymete bağlı olarak kazandığı diğer mânâ, “Aslı olan, uydurma olmayan, doğru, sahih”tir. “Gerçek söz”, “Gerçek haber” gibi tabirlerde kendisini gösteren kelime Nev’îzâde Atâî’nin şu beyitinde dahi gerçek kıymetini bulmuş gözükmektedir:
“Sözlerim cümle hasbihâlimdir
Kime yalan ise bana gerçek”
“Gerçek”in aynı temel kıymet bağlamında çeşitlenen üçüncü mânâsı, “Bir şeyin benzeri, örneği veya taklidi değil kendisi durumunda olan, sâhici, hakîkî”dir. Bunu ise lisanımızda, “Gerçek yâkut”, “Gerçek fildiş”, “Gerçek bir Hâfız Osman hattı” gibi “var”lığın doğrudan hakikatına dönük tabirlerde buluruz. “Gerçek sebeb”, “Gerçek düşünce” ve “Gerçek amaç” şeklindeki kullanımlarda görüleceği üzere, “gerçek”in sözlükteki “Temel durumunda olan, başlıca, asıl” mânâsı da aynı gerçeğe tekâbül eder aslında.
“Gerçek”in yine aynı gerçek bağlamında insana ve insanî kıymetlere yaklaştığında ise “Gerçek dost”, “Gerçek sevgi”, “Gerçek vatanperverlik” ve “Gerçek sanat, gerçek şiir, gerçek resim” şeklinde “Gerektiği gibi olan, taşıması gereken vasıfları taşıyan, aranılan nitelikleri kendinde toplamış olan, hâlis” şeklinde bir mânâsı daha vardır ki Süleyman Çelebi Hazretlerinin şu dizesinde dahi hakîkî muhatabını bulmuştur: “Tâ ki ana gerçek ümmet olasız.” Dolayısıyla “gerçek”in bir “isim” olarak “Olmuş vak’a veya hal, vâkıa, realite” mânâsında “Gerçeği ilgililerden saklayamayız”, “Burada görülen, işitilen şeyler bir gerçekti” gibi misallerde şahit olunan bir gerçekliği de mevcûddur. Bu yüzden sözlükte, “Doğru olan şey, doğru” da “gerçek” ismiyle müsemmadır ve bunun lisanımızda “Gerçeği saklamak”, “Gerçeği söylemek” ve “Gerçekten korkmamak” gibi misallerde de görüleceği üzere doğrudan insana ve insan sözüne sırlarını âşikâr kılan bir tarafı dahi vardır. Nitekim Gülşehrîmiz, “Yalanı helva gibi vardır yiyen / Mustafâdır dünyâda gerçek diyen” derken insanı doğrudan hakikatına (Hz. Peygâmber) bağlar. Bu bağlamda Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin şu dizesi ise kulaklara küpe olacak cinsdendir: “Gerçeklere teslîm ol her sözü yalan sanma.”
Yine “gerçek”in hemen yukarıdaki mânâya bağlı sözlükte mâlik olduğu bir diğer mânâ, “Var olan şeyin niteliği, hakîkat” şeklindedir. Bu ise insanı doğrudan bir adım daha hakikata yaklaştıran bir çeşitlenme arz eder. Lisanımızda “Gerçeği idrak etmek”, “Gerçeğe gönül vermek” gibi de tebellür eden bu hakikat alanının önde gelen töreli şairlerince şu şekilde ifadeye mazhar kılınmıştır:
Gerçi ki yandı gerçeğe yandı
Rengine aşkın cümle boyandı” (Hacı Bayram Velî).
“Gece bir hendeğe düşercesine
Birden kucağına düştüm gerçeğin” (Necip F. Kısakürek).
Hatta, Bektâşî ve Alevî gülbanklerinin “gerçek erenler demine hû” yâhut “gerçeğe hû” diye bitmesi de doğrudan bu hakikat alanına bağlanma arzusunun bir nişanesidir. Dolayısıyla, “Fikir, tasavvur ve tahayyül hâlinde değil fiilî olarak var olan şey” de “gerçek”e müncerdir. Bu yüzden Rûhi Fığlalı’ya göre “Kâinat, gerçek varlığın var olmayanın aynasındaki yansımasıdır (…) İkilik, Allah’ın varlığının gerçeğini insandan gizleyen bir perdedir.”
“Gerçek”in lisanımızda bir “zarf” olarak Ziyâ Paşa’nın şu beyitinde dahi görüleceği üzere, “Hakîkaten, sâhiden, hakîkatte” şeklinde bir mânâsı daha vardır:
“Kibre ne sebeb yoksa vezîrim deyü gerçek
Sen kendini destûr-ı mükerrem mi sanırsın”
Kelimenin elbette “gerçek” mânâda gerçek varlığa dûçar olduğu alan ise “gerçek erenlerin demi”dir. Malûm olduğu üzere “Gerçek er”, “Kâmil insan, ermiş kişi, velî, mürşit” mânâsına gelir. Gerçek erenler, gerçekler şeklinde de bir kullanımı vardır. Bunu Yunus Emre’m ise şöyle gerçekten mükemmelen ifade etmiştir:
Aklım başıma gelmedi aşk şarâbın tatmayınca
Kandalığımı bilmedim gerçek ere yetmeyince”
Yine Bektâşî ve Alevîlerin kıymetli şairi Mihrî de tabii olarak bu gerçeği Hünkâr’ımıza bağlar:
Gerçek erdir Hacı Bektaş hünkâr
Ki gerçekler inanmadı dünyânın yalanına”
Nitekim şu beyitlerde de aynı gerçekler cem olunmuştur:
Severiz Rumeli gerçeklerini gerçekten
Hele her kandayısak zevk u safâ etmedeyiz” (Âlî Mustafa Efendi).
“Kimi der ki sefer mübârektir
Gerçek erler kelâmı gerçektir” (Nev’îzâde Atâî).
Elbette “gerçek”in hakikatına bağlı çeşitlenmeleri sadece bunlardan ibaret değildir. Baktığımızda lisanımızda, “gerçekçi (realist)”, “gerçekçilik (realizm)”, “gerçeklemek”, “gerçekleşmek”, “gerçekleştirilmek”, “gerçekleştirme görevlisi”, “gerçeklik”, “gerçekten”, “gerçek üstü”, “gerçek üstücü (sürrealist)”, “gerçek üstücülük (sürrealizm)” şeklinde kendi başına mahiyeti haiz diğer bazı gerçeklere de kapı açıldığı görülmektedir.
Hulâsa, lisanımızda kelimenin kirtüden (=doğruluk) uyduruk gerçek üstüne kadar aynı hakikat alanı dairesinde vücûda geldiği mutlaktır. Bundan mahrum olanlar ise maalesef işin şeklî tarafıyla ömür tüketmeye devam ederler… Nev’îzâde Atâî Efendi’nin ifade ettiği üzere “Gerçek erler kelâmı gerçektir!” efendim.
Efendim ey meded!
Ârifî’m soylamış, görelim cânım ne soylamış:
gerçek erenlerin demindeyiz biz
üçlerin kırkların cemindeyiz biz
lutfi baba gerçekten gel sen söyle
hak ve hakikat bir zemindeyiz biz…
Değerli Hocam, fikir, ilim ve bilim ışığındaki yazılarınızı zevkle okuyor, devamını bekliyorum. Kaleminize sağlık.
Eyvallah kardeşim çok teşekkür ediyorum. Baki selam ve muhabbetle…