EdebiyâtTöreli Yazılar

DİVAN ŞİİRİMİZDEN AŞK DAMLALARI

Dr. Halil İbrahim HAKSEVER

DİVAN ŞİİRİMİZDEN AŞK DAMLALARI

Dr. Halil İbrahim HAKSEVER

Bir değer olarak tarihe intikal eden klasik Türk şiirinde bahis mevzuu edilen en geniş konu malum olduğu üzere aşktır. İşlene işlene bitirilemeyen bu bahis günümüzde pek de doğru anlaşıl(a)mamıştır. Şairlerimiz söyledikleri gibi âşık mı idiler? Konu ettikleri aşk ne menem bir bir şeydi ki sahibine gün yüzü göstermiyordu? Habire ağlıyorlardı aşktan bahsedenler… Öyle ya, gördüğümüz beyitlerin çoğundan göz yaşları damlıyordu adeta. Bu nasıl bir insanlık hâliydi? Ayrılık, hasret, çile, eziyet… İnansak mıydı bütün bu aşk anlatılarına? Neydi işin aslı? Bu zor soruların elbette kolay cevapları bulunmuyor. Mesele akademik yazıların konusu olmalı. Kadim şairlerimiz “kelâm” ile sanat ürünleri icad etmişler, sonrakiler de bunları bulma/anlama/yorumlama çabalarıyla ilmî payeler elde ediyorlar. Bizleri meslek ve “ekmek“ sahibi yapan atalarımıza rahmetler olsun!

Bu yazı bilimsellik iddiasında olmayıp vaktiyle eserlere yansıyan ve mucidlerini yakan ateş şerarelerinden birkaçını seyre çıkarma, hayret nazarlarınıza sunma niyetindedir.

***

Aşkın kaynağını, vaktiyle Elest Meclisinde huzurunda bulunduğumuz büyük Sevgili’yi temaşaya bağlayanlar var. O tarifsiz güzelin kelâmına muhatap olunca O’ndan biz kullarına  rahmet akmış, kendini bize O sevdirmiştir. Ezeldeki bu mülâkat, Rab-kul ilişkisinin tesciliyle birlikte aşk (sevgi) nimetinin de zuhuruna vesile olmuştur. Yüksek huzurda bir kez görüp bağlandığımız Cemâl’in hatırınadır bugünkü fanilere meclûb oluşumuz. Sonsuz güzellik sahibinden zerrelerin yansıdığı fani yüzlerde, mecliste bir kere görünüp ayrı kalınan Cemâl’in izlerini arar arayanlar. Vaktiyle oluşup küllenen aşkın hatırlanması yani. Hatırlayanlar da işte eski şairlerimiz olsa gerek. Varlığa ve hayata derinden bakıp ondan manalar süzen şairler, kâmil bir insan temsiliyle yaşanılası bir hayatı bize tasvir ediyorlar belki de. Bugünkü idrak ufkumuzu aşsa da o mutlu hayatta neleri önemsemişler, bilmeye değer.

Varlığımızın sebebini dinî kaynaklarımız “kulluk” olarak hükme bağlasa da (Zâriyât 52/56), şiir dilinde bunun ifadesi “aşk” olarak kendini gösterir.

Aşk imiş her ne var âlemde

İlm bir kîl ü kâl imiş ancak

buyuran âlim şairimiz Fuzulî, belli ki meselenin künhüne vakıftı. İlimle de meşgul olmasına rağmen aşkı ön plâna çıkarmış, bütün mevcudatı aşk penceresinden seyr etmiştir. Kemale ermenin yolunu bedeli ne olursa olsun âşık olmakta gören hazret, bunun çilesini çektiğini de mısralarında ızhar etmiştir. Divanının başlarında onun “âh”larına rastlarız hemen:

Âh mine’l-aşk ve hâlâtihi

Ahraka kalbî bi-harârâtihi

Şairin bu Arapça terennümünde aşk yolculuğunun çok hararetli geçtiği, ısısından kalbinin yandığı anlaşılmaktadır. (Belki aynı yangına tutulduklarından veya özendiklerinden, asırlık mezarlıklarda kabrinin kitabesine ilk mısraı yazdıran merhumlara rastlayabilirsiniz. Bakınız Eyüb Kabristanı) Aşka çok bedel ödeyen (!) şair, hastalandığında şifa için doktor da istemez. Aşk derdiyle mutlu olduğu için cismanî şifanın kendisini helâk edeceğinden endişe eder:

Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb

Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır

Yansıtılan aşk duygularının derecesini ölçme imkânımız yok ama, bugünkünden çok farklı aşk algısının meşheri olan kadîm şiirimizin adeta hüzün ve göz yaşlarıyla yoğrulduğunu bilelim. Pek görülmese de en hafif ve beşerî olandan daha üst seviyede (derunî/manevî) olanına kadar, her kademede farklı derecesine rastlayabileceğimiz klasik şiirimizdeki aşk neşideleri acıklı ve trajik hikâyeleri bünyesinde barındırır. Günümüzde benzerini görmek zor olsa da, şairlerin idealize ettikleri kâmil insanlar yüreğinde aşk ateşini barındıranlardır. Ruhî tekâmül öyle oluyor demek ki. Bu uzun hikâyede idrak üstü kahramanlıklar da, hazîn sahneler de mevcut olup tamamı fedakârlık üzerine kuruludur. Yârinin eşiğine Yunusvarî serilip toprak olanlar mı, o ışık merkezinin çevresinde pervane olup dönenler/yananlar mı, yoksa her an sevdiğine kurban olmaya âmâde Hz. İsmail teslimiyetini gösteren sabırlılar mı, cümlesini okuruz beyitlerimizde.

O yakıcı seyyaleden sadece birkaç damla akıtalım yazıya.

Eskiden içinde aşk ateşi yananların âhlarından alevli dumanlar çıkarmış mecburen. Âşık kendini saklasa da sıcak nefesiyle göğe yükselen dumanlar, içinde kavrulduğu ateşi gösterirmiş:

Her ne denlü dilde pinhân eylese aşk âteşin

Âşıkın sûz-ı derûnın dûd-ı âhı gösterir (Ş.Yahya)

İbretlik bir tablodur bu! Gönlündeki yangın, ağzından alev hâlinde göğe yükselmekte olan âşık, yakıcı nefeslerinin delâlet ettiği harflerle de Mutlak Sevgili’yi çağırmakta, o kısacık kelimede aşkı var edeni hatırla(t)makta. Dilimizde “kimsenin âhını alma” ihtarının nerelerle irtibatlı olduğu izahtan varestedir artık…

Âşıkların feryad etme hakkı her zaman var zannedilmesin. Dışarıya salamadığınız ateşli nefesi içinizde tutma zorunda kalmak ne yaman bir işkencedir. Çoğu kez feryatları bülbüle benzetilen âşıklar, içlerindeki bu yakıcı sırrı tutmak zorunda da bulunabilirler. (Söylemesi kolay, böyle söyleyen şair denedi mi acaba bunu?)

Bülbül gibi aşk ehli figân eylemek olmaz

Esrâr-ı sûzı halka beyân eylemek olmaz (Ahmed Paşa)

Sevdiğine “kurban olmak” deyimi bugün bizim de dilimizdedir. Bunu kimler uygulayabilmiştir bilinmez, lâkin fedakârlığın son çizgisini belirler bu söz. Âşık sevdiğine canını (bile) verebilmelidir. Aşk yolculuğunun adeta trafik levhalarından biridir kurban olma söylemi. Belki kasdî değil ama işin tabiî sonucudur can feda etmek.  Aşkı ispat etmenin bir yolu da budur. Kendisine “senin için canımı vermeliyim” diyen âşıkına “hâlâ ne duruyorsun?” şeklinde cevap veren sevgiliye muhatap olan kişinin imtihanı ağır olmalı:

Yoluna cânım revâ etsem gerek cânâ dedim

Yüzüme bin hışmile bakdı dedi cânın mı var (Zâtî)

Aşk bahsinde nice kahramanlık tasvirleri okunur edebî metinlerde. Bunlardan acaba hangileri hayatta bir gerçekliğe tekabül eder? Sorunun cevabı metnin ait olduğu medeniyet dairesinin kodlarıyla alakalıdır. Meselenin temeline inilirse bazı ipuçlarını yakalamak mümkün ise de biz yine şairlere kulak verelim. Kadim kültürümüzde âşık kişi mihnet köşesinde yalnızdır, gariptir. Şairden duyduğumuza göre kapısını hiç bir canlı çalmamakta, esen rüzgarlardan başka ziyaretçisi, gönlündeki ateşten başka da acıyanı bulunmamaktadır:

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı (Fuzulî)

(Bu yalnızlığa dayanabilene aşk olsun!)

Bu üstad şairimiz bize aşkın âdâbını da göstermiş ve mumun yakan ateşine pervane gibi can atmak gerektiğini hükme bağlamıştır:

Aşk resmin âşık öğrenmek gerek pervâneden

Kim yanar gördükde şem‘in âteş-i sûzânına (Fuzulî)

Hayatlarında aşk imtihanlarını belki de kısmen yaşayan her bir şairin verdiği misal farklıdır. Bir başkası da demirden dağı delip boynuna asmaya benzetmiş aşkı. Kolay olsaydı herkes âşık olurdu demiş. (Be mübarekler, siz denediniz mi hiç bunu?) Beyit şu:

Bir demir dağı delip boynuna almak gibidir

Her kişi âşık olurdu eğer âsân olsa (Taşlıcalı Yahya)

***

Hasılı, anlaşılması güç bir hikâyedir aşk. Tam (bilimsel) anlatamayacaksak, bu bahsi keselim burada. Şair de öyle diyor zaten:

Ey hâce katı muğlak olur aşk kitâbı

Bâbın değil anlamadın ise ko bu bâbı (Adlî)

Şu cümle duamız olsun:

Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma! (Bakara 2/286)

İlgili Makaleler

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu