Ne‘am ~ Ni‘me ~ Ni‘met Kelimelerine Dâir
Evet… Ne güzel…
Türlü akıllarla donatılan insânoğlu için önce kendi şeceresini bilip tanıma ve nereden gelip nereye gittiğini düşünme imkânı bulabilmesi, esâsında bir ni‘mettir… Sonrasında dikkat, başka şeylerin –meselâ mefhumların ve kelimelerin– kökenlerine, soy-sop alâkalarına, yâni iştikâkına yönelebiliyor… Bu töreli iştikâk denemesi ise, bir isim ile iki edattan müteşekkil bir dâirenin kelimeleri arasındaki kavram alâkalarının mâhiyetini görmeye çalışma gayretinden ibârettir…
Ne‘am, “evet” anlamında bir edattır, lâ (hayır) edâtının zıddıdır…
Ni‘me, “ne güzel” anlamına gelen bir ünlem edâtıdır; ancak, –bilhassa Kur’ân dilinde– genellikle isimlerden önce gelip onları niteleyerek sıfat olarak kullanıldığını da söylemek gerekir…
Ni‘met, “Allâh’ın, yaşamlarını güzel bir şekilde sürdürebilmeleri için kullarına karşılıksız olarak verdiği şeylerden her biri” şeklinde târîf edilebilir… Kelime, ayrıca “ihsan, ikram, lutuf” anlamlarını karşılayacak şekilde de kullanılmaktadır…
Ne‘am, yâni evet, karşılaşıldığında ni‘me –ne güzel– denilebilecek olan şeylerin kabûl edildiğini bildirir… Ne‘am, ni‘meden önceki ilk basamaktır; yâni ne‘am demeden ni‘me denilemez…
Ne‘am, ni‘meti ni‘met bilmenin, yâni teklîf edilen, sunulan ve bahşedilen ni‘meti farkında ve idrâkinde olarak kabûl etmenin ifâdesidir… Ne‘am, ni‘meti hürmetle karşılamanın ifâdesidir… Ne‘am, ni‘metin aklen kabûl edildiğini bildirir…
Ni‘me, yâni “ne güzel” edâtı, hayret ve hayranlık bildiren bir ne‘amdır… Ni‘me, ne‘amın muhabbet yüklü hâlidir; yâni her ni‘mede, muhabbetle söylenmiş bir ne‘am mündemiç durumdadır… Ni‘me, ne‘amın aslî vatanıdır; öyle ki, ne‘am dâimâ ni‘me mertebesine yükselmek ister…
Ni‘me, ni‘met addedilen şeyler karşısındaki hayret ve hayranlığın ifâdesidir… Meselâ, cennetlikler cennet ni‘metleri karşısında hayret ve hayranlıklarını “Fe ni‘me ecru’l-‘âmilîn. (-Güzel– işler yapanlar için ne güzel bir ecir –karşılık-!)” (Zümer / 74) şeklinde dile getireceklerdir… Bir başka söyleyişle ni‘me, ni‘metteki muhabbeti farketmenin ve ni‘meti muhabbetle karşılamanın ifâdesidir… Ni‘me, ni‘metin kalben de kabûl edildiğini bildirir…
Ni‘me, ni‘metin sâhibini bilmenin ve ni‘metin sâhibini güzel bulmanın ifâdesidir… Ni‘me, her ni‘meti güzel bulmanın ve de güzel görmenin ifâdesidir… Ni‘me, ni‘meti inkâr etmemenin, yâni “küfrân-ı ni‘met” içerisinde nânkörlük etmemenin güzel ifâdesidir… Ni‘me, ni‘metin devâmının emniyetidir; yâni “ni‘me” denilerek şükür ve teşekkürü îfâ edilmeyen hiçbir ni‘met kalıcı olamaz…
Ni‘met, ne‘am denilerek aklen kabûl edilen şeydir –zîrâ ni‘metten sayılmayan şeye “lâ” (hayır) denir-… Ni‘met, ne‘amdaki hürmetin mazharıdır…
Ni‘met, ni‘me denilerek kalben de kabûl edilen şeydir… Ni‘met, ni‘medeki hayret ve muhabbetin mazharıdır… Ni‘met, ni‘menin vatanıdır; ni‘me ise, ni‘metin muhâfızıdır…
Denilebilir ki, her ni‘met zımnındaki bir ni‘meyi, her ni‘me de zımnındaki bir ne‘amı işâretle beyân eder…
Ni‘me’l-Mevlâ…
Şu iki âyet, en güzel vekîlin, en güzel nasîrin –yâni yardımcının– ve en güzel Mevlâ’nın –dostun– Allâh olduğunu beyân etmektedir:
“Ellezîne kâle lehumu’n-nâsu inne’n-nâse kad ceme‘û lekum fa’hşevhum fe zâdehum îmânen ve kâlû hasbunallâhu ve ni‘me’l-vekîl. (Onlar –öyle kimselerdir ki-, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı -güçlerini- derleyip toplamışlar, onlardan korkun.’ dediklerinde, bu söz onların îmanlarını artırdı ve ‘Allâh bize yeter, o, ne güzel vekîldir!’ dediler.)” (Âl-i İmrân / 173)…
“Ve in tevellev fa‘lemû ennellâhe Mevlâkum ni‘me’l-Mevlâ ve ni‘me’n-nasîr. (Eğer –sizden– yüz çevirirlerse, bilin ki Allâh sizin dostunuzdur; o, ne güzel dosttur ve ne güzel yardımcıdır.)” (Enfâl / 40)…
Ni‘me’l-‘abd nasıl bir kuldur..?
Kur’ân’da Resûlullâh –aleyhissalâtu vesselâm– efendimize, –müşriklerin ellerinden ve dillerinden– mâruz kaldığı zorluklar ve hakâretlere karşı sabırlı ve her hâlükârda Allâh’a yönelen –yâni hâlini ona arzederek şükreden– bir kul olması yönünde nasîhat sadedinde bâzı peygamberlerden misâller getirilmektedir:
“Isbir ‘alâ-mâ yekûlûne ve’zkur ‘abdenâ Dâvûde ze’l-eyd innehû evvâb. (-Ey Muhammed!– Onların söylediklerine karşı sen sabret; kuvvetli kulumuz Dâvûd’u an; hakîkaten o, dâimâ –bize– yönelen –bir kul– idi.)” (Sâd / 17) âyetinde, –dağlara, taşlara, kuşlara ve hitâbetiyle muhâtaplarına hükmetme kâbiliyetiyle donatılan– Dâvûd aleyhisselâmın –o kadar kuvvet ve kudretine rağmen– hep evvâb olduğu, yâni dâimâ Kâdir-i Mutlak’a yönelerek hâlini ona arzettiği beyân edilmektedir… Allâh, Dâvûd’u ‘abdenâ –kulumuz– diye târîf etmektedir ki bu, evvâb vasfının, hâlis kuldan –ve Allâh’ın kabûl ettiği kulluktan– beklenen bir özellik olduğunun işâreti sayılsa gerektir…
Kezâ, “Ve vehebnâ li-Dâvûde Suleymân ni‘me’l-‘abd innehû evvâb. (Dâvûd’a Süleymân’ı bağışladık; o, ne güzel bir kuldu; hakîkaten o, dâimâ –bize– yönelen –bir kul– idi.)” (Sâd / 30) âyetinde ise, –cins atların, rüzgârın, cinlerin ve şeytanların kendi emrine verildiği– Dâvûd oğlu Süleymân aleyhisselâmın da –onca saltanatına rağmen– hep Allâh’a yönelen bir kul olduğu hâtırlatılmaktadır…
Dikkat edilecek olursa, Dâvûd ve Süleymân peygamberler, kendilerine birer büyük ni‘met olarak bahşedilen kuvvet, kudret ve saltanatları içerisinde kulluklarını –yâni mükellefiyet ve mes’ûliyetlerini– hiç unutmamışlar, her hâl ve şart altında evvâb olup Allâh’a yönelmişlerdir… Demek ki, ni‘me’l-‘abd, evvâb bir kuldur…
Eyyûb neden ni‘me’l-‘abd idi..?
Eyyûb aleyhisselâm, Allâh’tan gelen her mihnete, her belâya, her musîbete ne‘am –evet– dediği, onları Mevlâ’dan gelen birer ni‘met saydığı için Allâh tarafından Kur’ân’da “ni‘me’l-‘abd (ne güzel bir kul)” şeklinde tavsîf ve ta‘rîf edilmiştir: “İnnâ vecednâhu sabrâ ni‘me’l-‘abd innehû evvâb. (Hakîkaten biz onu –Eyyûb’u– sabreder hâlde bulduk; o, ne güzel bir kuldu; hakîkaten o, dâimâ –bize– yönelen –bir kul– idi.)” (Sâd / 44)…
Bu bağlamda, Eyyûb isminin “Allâh’a çok yönelen ve de sâdece Allâh’a yönelen kul” anlamına geldiğini de hâtırlamak îcâb eder… Yâni Eyyûb, her derdine, her hastalığına ve her yarasına, kendisini Allâh’a yönelttiği için güzelce sabretmektedir… Yâni Eyyûb, her derdini, her hastalığını ve her yarasını, kendisini Allâh’a yönelttikleri için birer ni‘met saymakta ve bu ni‘metlere ne‘am –evet– diyerek şükretmektedir… İşte Eyyûb’un bu hâlleri, onu evvâb bir kul kılmaktadır… Eyyûb, mübtelâ olduğu tüm bu belâlar karşısında “hasbunallâhu ve ni‘me’l-vekîl” ve “ni‘me’l-Mevlâ ve ni‘me’n-nasîr” zikirleriyle Allâh’ı en güzel vekîl, en güzel dost ve en güzel yardımcı saydığı ve dahi bu kâmil şuurla bitmez tükenmez bir sabır gösterdiği için ni‘me’l-‘abd sayılmıştır…
Ezcümle, ni‘me’l-‘abd, yâni hâlis ve muhlis bir kul, darlıkta ve bollukta, acziyette ve kudrette, hastalıkta ve sağlıkta, üzüntüde ve sevinçte, savaşta ve barışta –hayr yâhut şer kisvesinde her ne gelirse– dâimâ Allâh’ı hâtırlayıp ona yönelen, Allâh’tan başkasına el açmayan ama ondan gelen her şeyi de ni‘met sayarak “ne‘am” deyip kabûl eden kimsedir…
Belâya belî ni‘mete ne‘am…
A‘râf Sûresi’nin 172. âyetinde bir mukâveleden, bir sözleşmeden haber veriliyor:
– Elestu bi-Rabbikum? (Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?)
– Belâ… (Evet…)
İki “evet” var Arapça’da; biri belî yâhut belâ, diğeri ise ne‘am… Kullar ervâh –rûhlar– mertebesindeyken Rableri katından kendilerine teklîf edilen ne varsa “belâ” –evet– dediler; içinde hayrı da şerri de bulunduran bir belâyı, yâni kulluk imtihânını ya da dünyâlık sınanmayı, belâ diyerek îtirazsız kabûl ettiler… Bu imtihânın muhtevâsında ne‘am evetiyle aklın ni‘met sayamayacağı şeyler de vardı; Cenâb-ı Rabbulâlemîn’e her hâlükârda kayıtsız şartsız kulluğu peşînen kabûl eden evet ise, ancak belâ olabilirdi… Dahası, Allâh’ın bu ezelî teklîfine hayır –lâ– ihtimâli de olan bir evetle –ne‘amla– icâbet edilemez, cevap verilemezdi; ancak belâ denilebilirdi… Bu bağlamda bir mukâyese gerekirse, denilebilir ki; belâ rûhânî aklın, ne‘am da cismânî aklın evetidir…
Allâh’ın hâlis ve kâmil kulları, o ilk kabûl ile tekellüfün ifâdesi olan belâ evetini unutturmayıp her dâim hâtırlattığı için, dünyevî musîbetleri ve belâları –ya da ibtilâları-, ni‘metten saymış –Eyyûb soylu– kimselerdir; bir başka ifâdeyle, onlar musîbet ve belâlara da ne‘am ve hattâ ni‘me demişlerdir… Meselâ, Fuzûlî-yi Bağdâdî, âşıkâne bir münâcât gazelinde belâyı Allâh’ın bir lutf u inâyeti –yardımı-, yâni ni‘meti saymaktadır:
Yâ Rab belâ-yı ‘ışk ile it âşinâ meni
Bir dem belâ-yı ‘ışkdan itme cüdâ meni
Az eyleme ‘inâyetüni ehl-derdden
Ya‘nî ki çoh belâlara kıl mübtelâ meni…
Hulâsa-yı kelâm…
İnsan aklının, kararsızlık ve belirsizlik hâlinden kurtulabilmesi için ne‘am –evet– diyebilme noktasına gelmesi bir ni‘met sayılır… Hele de bu ne‘amı, kalb de tasdîk edip ni‘me –ne güzel– diyebiliyorsa, bunu ni‘met üstüne ni‘met bilmek ve ayrıca şükrünü edâ etmek gerekir…
Artık kalbin münâcâtı şudur:
Rabbimiz! Bizi verdiğimiz sözlere ve –hem sana hem de kullarına– söylediğimiz evetlere sâdık kalan kullarından eyle… Rabbimiz! Bize kaldıramayacağımız yükü yükleme, yâni sâdık kalamayacağımız evetleri söyletme… Rabbimiz! Bizi, kendilerine ni‘met verdiklerinin, yâni belâ ve ne‘am evetlerine sâdık kalanların dosdoğru yoluna ilet… Rabbimiz! Bize hidâyet ni‘metini hediyye et…
Âmîn…
Abdülkadir DAĞLAR