Masal Ana
– Babaanne…!
– Efendim oğlum, yesin babaannen senin börek yüzünden…
Yüzüne bakmamıştı ama, oldum olası böyle diyerek severdi ilk gönül ağrısı, kırk yıllık torununu… Dizinde kim için örmeye başladığı meçhul şalın enini parmak hesabıyla ölçmekle meşguldü, bir yandan da eliyle düzeltiyordu örgüsünü… Sipariş gözetmeden başlardı gâh patiklere, gâh yeleklere, gâh şallara… Onların hangi yaşlıların ayaklarına, hangi bebeklerin sırtlarına, hangi gelinlerin omuzlarına kısmet olduğunu bilmeden başlardı… Boş duranı şeytan sever, derdi; öyle ya, boş durana selâm bile verilmezdi… Örgüler sonlarına yaklaştı mı, nasibi olan çıkar gelir, ziyaretinin ardından eline tutuşturulmuş bir paket ile döner giderdi… Kısmet kapalıysa açılırdı; buna inanılırdı… Ve duaları içten içe, kalbiyle rabbi arasında idi… Aldığı dualar da verdikleri kadar en içtendi…
– Babaanne, bak birisi senin için şiir yazmış, belli ki onun da gönlünü almışsın ki tam seni anlatıyor…
– Kim yazmış ki, hele bir okusana…
İşaret parmağına doladığı ipleri bir bir düşürüyor, ördüğü ağların ilmeklerine…
– Adını yazmamış, ama sanki takma isim gibi bir şey var altında, isme hiç benzemiyor; neydi o, evet evet, mahlas derlerdi ona divan şairleri… “Cibâlî” yazıyor, tanıyor musun…
– Ne bileyim, oğlum…
– Dur dur, sakın bu şiiri yazdığı yer olmasın, hani şu Haliç kenarında eski bir İstanbul semti… Yok canım, şairidir bu şiirin, yazanını söylemeden yazıldığı yeri niye söylesin…
Kimisi köşe bucak arardı, yolda kaybettiklerini; o ise ilmek ilmek arardı, yolu kendisinden önce tamamlayanları, hatıralarını, bulamadıklarını… Alelusul taktığı gözlüğünün altından alelusul baktığı yorgun gözleriyle öyle beklerdi; neye baktığını kendi de bilmezdi, gözlüğün camlarına mı, ilmek atan parmaklarına mı, beklediklerine mi… Ördüğü sanki ilmek ilmek yoldu… Yolu iyice bir örse, acaba gelir miydi yolladıkları…
“Babaannem” kelimesiyle kaldırdı başını, kaç dakikadır öyle cenk ediyordu şişleri elinde, kim bilir kimle, Allah bilir neyle… Torunu şiiri baştan aldı, belki ilk kelimeyi kendisinin söylediğini zannetmiştir diye:
“Babaannem
ataanam
göz açtım
kulak verdim
ya dokur
ya okur
kaynıyor çorbası
fokur fokur
öz açtı
fikir verdi
babaannem
söz açtı
zikir verdi
hem dokur
hem okur
kaynıyor ciğeri
fokur fokur
gözle okur
özle dokur
babaannem
elle dokur
dille okur
öz açtım
gönül verdim
dün okur
gün dokur
kaynıyor gözleri
fokur fokur
ataanam
babaannem…”
Gözleri ve kulakları torununda, ama parmaklarıyla ilmek atıyordu, ha babam, kim bilir kimin boynuna; kim bilir neyin gözlerini şişliyor, de babam, kaç yıldır ellerinden düşürmediği şişleriyle… Güya ki dinledi torununu, işitti mi bilinmez; sanki daha önce dinlediği bir şiirin verdiği hislerle dolmuştu… Babaannesi mi gitmiş, yoksa Cibâlî mi; yoldaki hangisi, diye geçirdi zihninin ilmekleri arasından; öyle ya, şiir ya sıladaki ya gurbetteki için yazılırdı… Anlamaya çalıştı, ama yorumlamak için çok yorulmuştu gözleri…
Yıllardır öyleydi… Bağdaş kurarak otururdu, koltuğunun veya kanepesinin köşesinde, sırtını küçük bir yastığa verirdi… Bu oturuşla önünde hafifçe gerginleşen, çiçek desenli pamuklu bezden dikilmiş elbisesinin eteğine örgü yumağını koyardı…
– Ben çok beğendim, babaanne, bu şiiri senin için ben yazmalıydım, nasıl da anlatmış seni… Senin hoşuna gitti mi ya…
Gözlüklerini çıkardı, yumağı o gün bir karış ördüğü şalın arasına koydu, şişleri üzerindeki şalın; kaldırdı, bugünlük yeterdi, artık gün ışığı da tükenmişti… Bir abdest tazelemeliydi, akşam okunmak üzereydi… Hiç cevap vermedi… Abdest alırken düşündü şiirde söylenenleri, doğruydular sanki… Ama tüm babaanneler öyle değil miydiler… Onlar da okumaz, dokumazlar mıydı… Onların da özleri, gözleri kaynamazlar mıydı… Onlar da abdest almazlar mıydı…
Çoraplarını dizlerine çekerken torunu hâlâ cevap bekliyordu… O bir soruyla cevapladı:
– Sen olsaydın ne yazardın, nasıl söylerdin?
– Ama ben şair değilim, hiç şiir yazmadım ki şimdiye kadar…
– Onu beğendin ama, anlıyorsan söyleyebilirsin de… Haydi sen de söyle birkaç kelâm… Senin söyleyeceklerin kulaklarımda mücevher küpeler olur, ezberlerim onları… Haydi oğlum…
Zor bir teklifti bu, torununa yüklediği… Düşündü, ne söyleyebilirdi ki… O şiiri bir daha okudu gözleriyle, taklit edebilir miydi… Babaannesi sabırlı, babaannesi dualı…
– Sen hele namazını kıl, ben o zamana kadar düşüneyim…
Neler geçti neler… Kırk yıllık babaannesinin yeri apayrı, yeri doldurulamazdı… Hepsini dökemezdi ki söze, hangisini söylese diğerlerinin bıraktığı boşluk kapatılamaz olacak… Beklediği yardım geldi, demek böyle şair olunuyormuş, diye düşündü… Hızır mıydı bu ilham dedikleri, sözler aciz kaldığında yetişiyordu… Duyguların sayısı yok, sözcüklerin öyle mi… Zormuş şairlik vesselâm…
Son selâmıyla göz göze geldi, bir namazlık süre içerisinde gönlünde daha da yücelen kadınla, çünkü gönlünü de yüceltmişti, onu da şair yapmıştı… Gözlerini kapatmış, başını önüne eğmişti, elleriyle dileniyordu; onun için de istiyor muydu…
– Dinle babaanne, birkaç söz getirebildim bir araya…
Yüzüne sürdüğü ellerini tam indirmeden yanaklarında tutuyor, dinliyordu, bakalım nasıl anlatacaktı…
Güneş yağardı
sen sağardın
kar yağardı
sen sağardın
gözlerin yağardı
sen sağardın
babaannem
saçların ağardı
kimsecikler sağmıyor…
Bu kadardı, dahası gözlerinden süzülecekti, neyse ki birbirine kenetlediği dişleriyle zapt edebildi gözyaşlarını… Arınmıştı… Ama daha fazla tutamayacaktı, ağlamaya başladı… Namaz örtüsünü ıslatmıştı, bir güvercin gibi başını göğsüne yasladı, elleriyle takip etti çilelerin izlek izlek yanaklarında açtığı yolları… Düşündü, gülmeyeli çok olmuştu şöyle gönlünce, bu çilekeş kadının… Ağladığını da görmezdi, geceleri ağlardı o, kendisini en iyi anlayacak sırdaşına…
Babaannesi bir eliyle yokladı gözlerini, ağlıyordu torunu, o da gözlerini kapattı, kuru kuru sessizce ağladı… Ağladılar… Kimler için ağlamamışlardı ki, şimdi birbirlerine ağlıyorlardı…
– Ne çok sağdın, be babaanne, ne çok çektin…
– Güzel günlerdi, oğlum, mutluydum o vakitler… Kafamı dağıtmak için ineklerim vardı, söyleşirdim onlarla… Bahçem vardı, kuyum vardı, şimdi yerlerinde yeller bile esemiyor… Kaç kat bu beton bina, ev güzel, ama bahçesiz ev olur mu…
Evet, o, ineklerden süt sağardı, inekler de onun dertlerini sağaltırdı… O kuyudan su çekerdi, kuyu da onun dertlerini dinlerdi… Bahçede yetiştirdiği her sebze, suladığı her meyve onun hikâyesini yaşatıyordu… Seherin ardındaki alacakaranlıkta inekleri için ot doğrar, onların karnını doyurur; namazdan sonraki serinlikte o gün için yetişmiş mevsimlik mahsulleri toplar, bahçeyi sulardı; en son ineklerini sağar, eve öyle gelirdi… Bir etek dolusu bahçe ile bir kova muhabbet… Kimi zaman da bir tas yumurta… Evin günlük nasibi idi… Yaz kış değişmezdi bu kanun… Torunu da bu emeklerle, bu rızıklarla büyümüştü…
– Bahçe varken komşularım da geliyordu, oğlum, şimdi buraya kimse çıkamıyor… Kaç kat kapı var komşularımla aramda, her birinin bir çeşit zili var… Bu binada da evler var, oturanlar var, ama onlar komşuluk yapmak için oturmuyorlar, herkesin işi var gücü var… Ev demek komşu demek, komşusuz ev olur mu…
Olmazdı elbet… Belki altında üstünde yanında karşında insanlar yaşardı; ama komşu olabilmek bambaşka bir şeydi… Komşusunun, elinden dilinden gözünden kulağından emin olabildiğiydi, komşu; emanet alabilen, emanet verebilendi komşu…
Babaannesinin elini almıştı avuçlarına, yıllardır örmekten, ilmek atan işaret parmağı atış istikametinde eğilmişti; bu parmak, örmediği zamanlarda da her an bir şey örüyor hissi uyandırırdı… Elinden eksik etmediği Kur’ân’ın ve Delâil’in yapraklarını da aynı parmakla çeviriyordu…
Günlük vazifesiydi onlar, “derslerim var” dediği; öğleden önce okurdu… Yıllardır değişmezdi, soğukta sıcakta, hastalıkta sağlıkta… Nereye gitse o kitaplarını yanında götürür, vazifesini ifa etmekten aslâ ödün vermezdi… Ayda bir hatim duası yaptığını, Cuma akşamlarının faziletli surelerini aksatmadan okuduğunu bilirdi torunu; bir ömürlük programa onun bu denli ciddiyet ve ehemmiyetle uymasını da her vakit gıpta ile izlerdi…
Telefon televizyon gibi, insanın tüm özel vakitlerini işgal eden modern çağ aygıtlarının, kendi ömür planlamasını ihlâl etmesine aslâ müsaade etmeyen bu şuurlu kadın, modern dünyada yalnız yürüyen bir derviş miydi? Modern dünyada ermek, ermiş olmak kolay mı ya, engel çok, engel… Kimisi teknoloji diyor, kimisi konfor diyor, kimisi iş hayatı, kimisi cemaat cemiyet hayatı… Hangisi insanı kendi kendisine bırakıyor ki… Kendisini bilemeyen, derviş olabilir mi ki? Kendisini bulamayan, ermiş olabilir mi ki…
Şu Cibâlî doğru anlatmıştı babaannesini… Demek ki onun da babaannesi dokudukça kendisini buluyor, okudukça kendisini biliyordu… Masal da anlatıyordu, mutlaka… Sâhi ya, babaanneler artık masal da anlatmıyorlardı… Masal anlatmayan babaanne…! Acıdı modern dünya torunlarına… Babaanne, biraz da, anlattığı masal dinlenirken başların konulduğu yastık gibi dizler demekti… Babaanne, birazcık da, anlattığı masallarla âdeta torunlarının hayallerini rüyalarını şekillendiren sanatkâr demekti… Oysa ki babaannesi ne masallar anlatırdı bir yandan örgüsüyle uğraşırken; bazen de kendi uydurduğu masalları diğerlerinin arkasına eklerdi, torunları uyuyana kadar… Babaannesinin şuuraltı kuyusunu düşündü, ne masallarla beslenmişti kim bilir; aslında torunlarına anlattıkları da çoğunlukla kendi babaannesinden dinledikleriydi sanki… Ne soylu şeydi masallar, soy boyunca aktarılan…
Daha da acıdı bazılarına, yaşadıkları hâlde babaannelerini tanımıyorlardı bile… Kimileri uzak memleketlerde idi, kimileri de kendilerinden uzak tutuluyordu… Kimileri de… Onları düşünürken acı acı düğümlendi şuuru… Onu sorgulamak bile zor geldi… Bu, torunlarına huzur ve güven veren bu yaşlıların huzursuzluğa itilip atılmalarını düşünmek ağır geldi ona… Yüreği ağrıdı… Gönlü daraldı…
– Kalkayım, oğlum, yemekleri ısıtayım, dünden kalan pilavın yanına türlü pişirmiştim, yanına bir şey ister misin? Artık ayakta çok duramıyorum, oğlum, değişik şeyler pişiremiyorum, ama istersen…
Doksanına birkaç basamak kalmış o fazilet abidesine sarıldı, yazmasından öptü… Yıllarca az mı yemişti ki, göz kararı, el ayarı ile pişirmiş olduğu enfes yemeklerini… Damağının tadı onun bereketli ellerinin pişirdikleri ile şekillenmiş, kıvamını almıştı… Bir evde baklava yiyecek olsa, bayramlarda onun yaptığı baklavaların tadını arardı, ona göre de lezzet onayı verirdi… Kendi yöresine özel çorbaların, yemeklerin, çöreklerin tatları da hep öyle… O tatların her biri kendine has mührü ile damağında aynı tazeliğini koruyordu…
Sofraya otururken “eline sağlık hacı hanım” dedi; neredeyse yemek boyunca hiç konuşamadılar bu söz üzerine… Bunu hiç söylemeseydim keşke, diye düşündü; ya babaannesi, neler düşünmüştü kim bilir… Birkaç ay evvel tam yetmiş yıllık kocasını uğurlamıştı evinden; bu söz de yalnız ona aitti… Babaannesinin mahremine girmiş gibi hissetti; içi burkuldu… Saygısızlık mı etmişti büyükbabasının hatırasına, bir müddet tanımlayamadı duygularını; babaannesinin yüzüne bakamadı sofradan kalkana kadar… Neden sonra, ellerin dert görmesin babaanneciğim, diyebildi…
Yalnızlık alıştıra alıştıra gelmişti ona; elli yılda anası babası, üç kardeşi, iki genç oğlu, son olarak da kocası bırakmıştı onu, bu alçaklar alçağı dünyaya… Sabırla göğüsledi hepsini; ona göre, sabır yalnızlığın olgun meyvesiydi… “Yâ Sabûr” çekerek teslim etti kendisini her seferinde, her seferinde de teselli buldu… Sabır güzeldi, sabreden de güzeldi… Gönlü sabrede sabrede kıvamına kavuşmuş, kararını bulmuştu; artık ne gam…
Uykusu gelmemişti, uyumaya da niyeti yoktu zaten; kırk yılın büyüttüğü duygularını bir gecede yaşamak istiyordu… Ama babaannesi vakitlice yatardı, yatsıdan sonra yatmamak olmazdı; uykusunu almalıydı, çünkü onun için gün çok erken başlıyordu, hâlâ bu yaşında; yüzünde ayık geçirdiği her seherin nûrunu yansıtıyordu; gözlerindeki fer, ömründeki bereket de bundandı…
Babaannesini odasına uğurlarken, sofradaki mahcubiyetinden dolayı, dudakları titreyerek “hakkını helâl et babaanne” diyebildi… Babaannesi nemli dudaklarıyla torununun iki gözünden öperek karşılık vermişti bu söze, hakkını da zaten helâl etmişti:
– Allah rahatlık versin, oğlum, haydi sen de dinlen artık…
Abdülkadir Dağlar