SAMANYOLUNA AĞMAK
Selahattin Yusuf bir söyleşisinde “Ya Tahammül Ya Sefer” her yıl amentü okur gibi okunmalı. Akademisyen, öğretmen, işadamı, doktor… Özellikle de hükümetin yönetici elitleri demişti. Mustafa Kutlu, muhafazakar kitlenin, kutsalla olan irtibatını “masa-kasa-nisa” üçgeninde sigaya çekmiş, çözülmedeki samimiyetsizliği henüz bu ülkenin müslümanları iktidar olmadan öngörebilmiş, bu kült hikayesiyle hepimizi berrak bir uyanıklığa davet etmişti… Samimi-saf duygu ve niyetlerle mayalanmış üniversite gençliğimiz, n’oluyordu da sekülerizmin müzmin müşkülpesentlerine dönüşüyordu. Bizi sınanmamış günahın masumları olmakla test eden şey neydi? Formel bilimler nasıl teorem, formüller üzerinden ihdas ediliyorsa sosyal bilimler de kavramlar ve kategoriler üzerinden ihdas edilirdi.
Şimdi herkesin elinde androidlerle (öğretmenler odası cemaatimiz bile…) borsa avcılığına soyunması hisse senedi, global şirket, kâr marjı, istatistik veri, iktisatın makro-mikrosundan… ziyade Sosyal Bilimler’in kavramlarıyla açıklanmalı değil mi? Peki biz tarihin kanununun fiziğin yasalarından daha kör ve merhametsiz olduğunu ne zaman fark edeceğiz…
Nurlar içinde yatsın üstad Karakoç, insanlığın kadim soru-nlarına hayatı boyunca projeksiyon tutmuş, devrimci bir derviş yürüyüşünün öncüsüydü… Hayatımızın karanlık sokaklarına altmış iki tane nur’dan kale dikti gitti. İnsanın varlık sorununa ontolojik bir cevap verdi. Bunu konuşmalarıyla, metinleriyle hâssaten de hayatı ile tecrübeleştirdi. Hikayesinin özeti şuydu: Yaşamda sadelik, düşüncede ihtişam…
Düşüncede ihtişam olunca muhteşem eserler zihinde gönülde yer bulmak için hizalandı. Ramazan’a özgü kült eser “Samanyolu’nda Ziyafet” böyle yer etti iftar sofralarımızda. Karakoç, insanın özüne vurgu yaptı, insanlık talihsiz bir şekilde kabukta mayalanmaya çalışıyordu. Hiç çölde çağıldayan ırmak olur muydu? Hiç gürbüzleşen orman, ormanın içinde binbir renk ve tonda hisse, tefekküre gebe kalmış güzellik olur muydu?
Karakoç bir ruh mimarıydı, orucu kılavuz yaptı bu eşsiz çabasına. Durmadan yineledi-yeniledi söylemini. Oruç göğ sofrasıdır; yiyene, tadına varabilene dedi. O, bu kutlu ayın kutlu savmını hiç namludan çıkarmadı. Yeme-içme insanın cesedine bahaneydi. İnsan, insan olmaklığını yılın bu ayında katıldığı ruh şöleninde bulmalıydı. Kimliğimize hamur kıvamında gün ışığı olup sızmalıydı. Ruh, bu iklimde büyümenin sırrına varmalıydı. Zamanuzam gibi değildi dönüşsüzdü, insanı hep ölüme götürürdü, Ramazan kurtarıcıydı o gelir zaman durur adeta geriye işlerdi. Ona kavuşan tazelenir, gürbüzleşir, filizlenirdi… Ruh içimizde bir anıt gibi yükselirdi. Ruhun da gözü, kalbi, kafası vardı. Ve ruhun azaları, bedenin azalarından daha hassas daha nahifti. Zamanın kirlettiği, tahrif ettiği ne varsa özüne dönmesini sağlayan, mü’mini-onun yaşamını sağlıklı bir düzene sokan ve ömrü genişletip mümbit kılan kıymetli bir silahtı oruç.
Her şeyin temellerinin atıldığı çocukluk ki içimizdeki hayat göze’si… O göze ki fışkırdığı yerde kalır sanılır sesi, öyle mi peki hayat olup bütüne hükmeder alenî ya da gizli. Üstad ne güzel tasvir etmiş kutlu dönemi “Oruç, içimizden kafasını çıkarıp şu yokluk çöplüğünü altın tüyleriyle şereflendiren ve sonsuz üstün sesiyle yüreğin gecesini sona erdiren kızıl horoz”… Şu naifliğe bakar mısınız, hangi çocuk bu makastan geçtikten sonra kütük kalabilir, odun gibi dikilebilir Hakikat karşısında? Annesinin eteğine yapışıp uykulara dalmış bir teravih duruşunda belenen kız çocuğuna, babasının elinden tutup teravihe yapışan bir erkek çocuğuna, namaz sonu yalandan yenilen hemi de kalın enseli hacı amcalardan daha sevimli/tatlı kim gelebilir? Ve budur bir toplumun evlatlarını küçük hikayelerin omuzlarından alıp büyük destanlara taşıyacak olan…
Bayram Ali Aktepe