Efendim, malûm olduğu üzere varlık, “kün” emr-i ilâhisine bağlı olarak tüm mahlûkâtın tecelliye mazhar kılınmasıdır. Şinâsî’nin de ifade ettiği üzere O’nun (C.C.) dışında kalan tüm varlık bu âlemde zâiddir:
“Varlığım hâlikımın varlığına şâhiddir
Gayri burhân-ı kavî var ise de zâiddir”
Varlık, aynı zamanda, her daim bir varoluşa da gebedir. Bu yüzden, varlığın mevcûdu, “var olmuş olan şey”dir. Yâni O’nun varlığı dışında bâkî bir mevcûdun varlığı asla düşünülemez.
Ebedî ve ezelî nazar ise bizde sadece bir hâl ve bir ândan ibarettir. Bu yüzden bize de temellük eden bir “bulunma, mevcûdiyet, vücûd” içerir. Varlığımızın hissedilmediği durumlarda ise çoğu zaman bir “kriz” hâli başgösterir. Tıpkı Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.s) ahirete rıhletinden sonra sakife çardağında yaşanan kriz gibi… Dolayısıyla tüm varlık mevcûdiyetini Hz. Peygâmber’e (s.a.s) borçludur. O, töreli edebî dairede nûr-ı Muhammedî hakikatına bağlı olarak aynı zamanda “yaratılmış şeylerin tamâmı, kâinat, mevcûdat”a da denk düşen bir hakikat sunar bize… Yâni Süleyman Çelebi Hazretlerinin Mevlid-i Şerif’inde dile getirdiği üzere, “Pes Muhammed’dir bu varlığa sebep” ve “Anın için oldu bu varlık kamu.” Tanpınar’ın da belirttiği üzere âdemoğlu bu duruma bağlı “Varlığı inceler, ondan umûmî hükümler çıkarır…”
Bu yüzden her mevcûd, sayısız bir “zenginlik, servet, mal mülk” de içerir. Biz her zaman varlık içre yaşarız, fakat bunun karşılığında hesapsız bir varlığın da azâbını çekeriz. Tabii bu azâb hâli, sadece ruhlarda yaşanan, maddî olana temerküz etmeyen bir ruh hâlidir. Dolayısıyla bu hâle bağlı her âdem, bir “güç, yetenek, sermâye” sahibidir. Törenin büyük şairi Yahyâ Kemal’in ifadesiyle bu hem kanımız hem de etimizdir:
“Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz”
Varlık, hakikat alanımız tasavvufda ise her kula, “Allah’ın lutfu olan şeyleri kendi malı zannetmekten ileri gelen gurur, kendini var görme, kibir” bahşeder. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerimiz bu hâli çok güzel ifade eder:
“Kullarına eyle nazar
Gitsin gönüllerden keder
Kalmaya varlıktan eser
Yâ Rabbenâ yâ Rabbenâ
Lutf u kerem ihsan senin”
Cânın bu yolda hâk eder
Varlık hicâbın çâk eder
Kalbi sarayın pâk eder
Sultâna ermek isteyen”
Dolayısıyla bu varlık girdabında bize düşen, cânı hâk, hicâbı çâk ve kalbi pâk eylemeklikdir. Bu yükümlülüğü sahip her mevcûd, bir “varlık göstermek”, yâni “kendinde bulunan mahâret, ustalık, güç vb. bir değeri ortaya koymak, bir değeri olduğunu belli etmek, kendini göstermek” zorundadır. Bu hâldeyse “varlık içinde darlık (yokluk)” kaçınılmazdır.
Bu bağlamda varlık, sadece kendi mevcûdundan da ibaret değildir. Cenâb-ı Allâh’dan başlayarak varlık mertebelerinden bahseden bir ilim ve ontolojidir aynı zamanda. Yâni doğrudan “vahdet-i vücûd”a nisbetdir. Âdemoğlunun varlıklı veya varlıksız olmasıysa bu nisbete bağlılığı ölçüsündedir. Anunçün “varlık yönetimi” elzemdir. Fakat bu, mâlî kurumlarda değil; mânî (mânâ) kurumlarda elzemdir.
Kısacası, mani’nin hâl-i hakikatda “emân”dan, yâni Hz. Peygâmber’den gelişi de boşuna değildir. (“Emân” hakkında bkz. ÂH AMÂN AMÂN ÂH – Doç. Dr. Abdülkadir Dağlar)
Mani sadece mani değil, aslında doğrudan nûr-ı Muhammedî hakikata tâbi bir emândır…!
Maniyle de olsa emânla kalınız efendim….