KALKIN KALALIM
Kalmak ~ Kalkmak ~ Kalkınmak Kelimelerine Dâir
Başlık hemen İsmet Özel’in “Toparlanın Gitmiyoruz” başlıklı konuşmalarını hâtırlatmış olacaktır… Sonuç cümlesi daha giriş faslında verilecek ve de bu yazının başlığı o konuşmaların esas fikrine göre yorumlanacak olursa şöyle denilebilir:
Bir yerde kalabilmek ve kalıcı olabilmek için kalkmak ve dahi kalkınmak lâzım ve şarttır… Kezâ, kalkabilmek ve dahi kalkınabilmek için de bir yerde bir zaman kalmak, bir süre bir yerde kalıcı olmak gerekir…
Konar-göçer bir halkın toparlanması, yola çıkmak için, göçüp gitmek için olabilir; buna mukâbil, yerleşik bir halkın kendini toparlayıp kalkması ve kalkınması, yurdunda daha emniyetle ve daha uzun zaman kalabilmesi içindir, denilebilir… Şu hâlde, İsmet Özel’in çağrısının, Anadolu’daki yerleşik müslüman-Türk halkına yönelik olduğu söylenebilir…
Durmak, kıyâm etmekledir…
Günümüz Anadolu Oğuzca’sında “bir yerde kalmak, bir yerde bulunmak, kalıcı olmak” anlamıyla “dur(-mak)” şeklinde kullanılan fiilin aslî ve eski hâli “tur(-mak)” idi ve “ayağa kalkmak, ayakta bulunmak; kıyâma durmak, kıyâma kalkmak” anlamlarına geliyordu… Turmak (> durmak) fiili kıyâm anlamıyla, “namâza dur(-mak)” fiilinde yaşayagelmiştir… Dolayısıyla durmak ile kalmak -kalıcı olmak- ve kalkmak kavramları arasında doğrudan bir alâka söz konusudur…
Aynı alâkanın yine Türkçe’ye de mâl olmuş “kıyâm–kıyâmet” kelimeleri ile –onlardan türemiş olan– “kâ’im–kayyûm” kelimeleri arasında da bulunduğunu söylemek îcâb eder…
Kıyâm, “ayağa kalkmak, ayakta bulunmak, ayaklanmak, ayakta var olmaya devâm etmek” anlamlarına gelmektedir… Meselâ, Allâh’ın zâtını idrâk etmeye hâs bir mefhûm olan “kıyâm bi-nefsihî”, “kendisiyle kâ’im olan ve var olmak için kendisinden başka bir şeye ihtiyaç duymayan zât” anlamına gelmektedir ki Allâh’ın bu sıfatı, O’nun “el-Kayyûm” ismiyle kâmilen temsîl edilmekte ve bu isimde tam ifâdesini bulmaktadır…
Bir başka anlamıyla kıyâm, aynı gâyeyi taşıyan insanların yine aynı gâye uğrunda kalkması, topyekûn kalkışması, ayaklanmasıdır… Dolayısıyla, –hem ferdî hem de cemâat hâlinde namâzın bir rüknü de olan– kıyâm, ferden ya da topluca ayağa kalkmaktır, yâni kalkışmaktır…
Kıyâmet ise, “-öldükten sonra– dirilmek ve kalıcı olarak kalkmak –ve tabiî ki bunun gerçekleşebilmesi için de ferdin ya da tüm insanlığın ölmesi-” anlamlarını taşımaktadır… Kıyâmet, “kalıcı bir âlemde kalmak; kalıcı bir şekilde yaşamak için kalkmak” şeklinde tanımlanabilir…
Dirilmek ve derilmek…
Günümüz Türkçe’sinde “toplamak, bir araya getirmek, devşirmek” anlamındaki “der(-mek)” fiilinin eski şekli olan “dir(-mek)” kelimesi, günümüzde “dirilmek” fiilinde ve “diri” isminde yaşamaktadır… “Öldükten sonra dirilmek” anlamındaki “ba‘su ba‘de’l-mevt” tâbîriyle de ifâde edilen dirilmek fiili, kıyâm–kıyâmet bağlamında, hem ferdî olarak “etler, kemikler, kıllar gibi bedenî unsurların cân ile yeniden bir araya getirilmesi” ve hem de -“toplanma” anlamındaki “haşr–mahşer”i de ifâde edercesine– “tüm insanların bir araya derlenip toplanması” anlamlarını karşılamaktadır…
Gelinen şu noktada, “Mûtû kable en temûtû. (Ölmeden önce, ölünüz.)” kelâm-ı nebevîsinden de ilhâm alarak şöyle söylemek mümkündür:
Öl(dürül)meden önce diriliniz; –kıyâmetle– yeniden diriltilmeden önce kendinizi diriltiniz… Yâni, ölmeden önce aklınızı başınıza, rûhunuzu yüreğinize devşiriniz; yâhut, ölmeden önce kalbinizi aklınızla, kafanızı rûhunuzla diri tutunuz, diriltiniz…
Cemiyet bağlamında diri olmanın, diri kalmanın ve dirilmenin en lâzım şartı ise, dirliktir, derilmektir; yâni, hep bir arada bulunmak, bir araya gelmek, bir araya toplanmak ve topluca hareket etmektir…
Kalmak kalkmakla olur…
“Kalk(-mak)” eylemini “kal(-mak)” fiili ile anlamaya çalışmak, yorumlamak îcâb eder… Kalkmaksızın, yânî akıl, rûh, beden gibi tüm insânî unsurları bir araya derleyip toplayarak ayağa kaldırmaksızın kalmak ve kalıcı olmaktan bahsedebilmek zor görünmektedir…
İnsanda, “kalma ve kalıcı olma arzûsu”nun biri Rahmânî ve diğeri de şeytânî olmak üzere iki kaynağı bulunmaktadır… Bu arzû, bir yönüyle Rahmânî ve ilâhîdir; zîrâ Allâh “el-Bâkî” (ezelden ebede kalan, kalıcı) ismi ile “bekâ” (ezelden ebede kalıcılık) sıfatının mutlak sâhibidir… Kezâ bu arzû, diğer yönden de şeytânîdir; zîrâ İblîs, Allâh’tan yeryüzünde kıyâmete kadar yaşama ve kalma mühleti istemişti… İnsânın üzerine düşen tavır ise, yeryüzünde kıyâmete kadar kalıcı olmayı istemek değil, âhiret hayâtında Allâh ile ebediyyen bir arada kalmayı arzûlamak olmalıdır…
Bir ferdin, bir kişinin yâhut bir milletin, bir halkın, bir cemiyetin bir yurtta kalması, kalıcı olması o yurtta sürekli olarak ayakta bulunmasına, hareketli olmasına, yurdunu ve yurttaşlarını ayağa kaldırmasına, ayakta tutmasına, ezcümle topyekûn ayakta kalmasına bağlıdır… Eylemsiz, hareketsiz bir şekilde oturan yâhut yatan bir milletin bir yurtta kalıcı olması zordur; zîrâ yurt, üzerinde yorulmadan yürünülen, hareket edilen ve hattâ ayağa kaldırılan, yürütülen yerdir…
Kalkınmadan kalıcı olunamaz…
“Kalkın(-mak)” fiilinin dönüşlü yapısı, kalkınmak eylemini ferdin yâhut milletin kendisine bağlı kılmaktadır… Şöyle ki, ferdin yâhut milletin bir yerde kalabilmesi, kalıcı olabilmesi onların orada kalkınmasına bağlıdır… Zîrâ, kalkınmak, –esâsında– “kendi kendisine ayağa kalkmak, kendi kendisini ayağa kaldırmak, kendi kendisiyle ayakta kalmak” demektir… Kezâ, bir milletin ayakta kalması da, kalkınmasına bağlıdır…
Bir millet, ayağa kalkmadan, kendisini ayağa kaldırmadan, ayakta tutmaya çalışmadan kalkınamaz; kalkınabilmek için, evvelemirde oturan, yatan, âtıl bekleyen tüm unsurlarla kalkmak, ayakta kalmak lâzımdır…
Kalkınmak, bir öz eylemidir, yâni “kendi kendine bir kalkma, özünden bir kalkış”tır… Kendisini ve kendi unsurlarını kaldırmayan, kendi kendisine harekete geçmeyen bir milletin hakîkî kalkınmasından bahsedilemez… Bir millet, dış tahrikler, hareketlendiriciler, yönlendirmeler, yardımlar ve destekler sâyesinde kalkmakla kalkınmış olamaz… Millet, önce kendi iç kuvvetlerinin farkında ve idrâkinde olmalı, sonra da bu kuvvetlere tutunup dayanarak kendi kendine kalkmalıdır; hakîkî kalkınma ancak bu şekilde olur…
Hâricî destekler ve yardımlar, iç kuvvetleri harekete geçirene kadar –belki bir baston mesâbesinde– muvakkat bir dayanak olabilir; ancak, bünye, hareket ve yürüyüş kâbiliyetini bir an evvel kazanıp kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmeli, yola kendi ayaklarıyla, kendi yürüyüş tarzıyla devâm etmelidir… Bu, hareketin hürriyeti ve yürüyüşün özgürlüğü adına çok mühimdir… Zîrâ, milleti kaldıran hâricî kuvvet(ler), kalktığı yere oturtmasını da iyi bilir(ler); bu kalkma ve kalkınmayı kendileri için bir tehdit olarak algılamaya başladıklarında düşmanca tavırları alenen sergilemekten geri durmayacaklardır… Bu hususta dâimâ ayık bir şuurla âgâh bulunulmalı, aslâ boşluğa mahal bırakılmamalıdır…
Yine aynı minvalde, kendi istikâmetini yitirmiş bir milletin, ancak kendi öz ve kök değerleriyle doğrulup kalkabileceğini, yine ancak bu değerleri ayağa kaldırdıkça doğru ve köklerine uygun bir şekilde kalkınabileceğini söylemek gerekir… Çünkü, ancak böylesi, köklü ve sağlam bir kalkınma olabilir; ancak böyle bir kalkınma, yurt üzerinde kalıcılığı te’sis ve bekâyı te’mîn edebilir…
Anlaşılmaktadır ki, kalkmak kaldırılmaktan ve kalkınmak da kalkındırılmaktan daha emniyetli, daha îtibarlı ve kalıcılığı sağlamak bakımından da daha sıhhatlidir…
Ayakta ve ayık bulunmak…
“Ayıklık”, aklın, kalbin âzamî dikkatle uyanık olması, fikrin ve hissin de kâmilen kalkık ve dâimen ayakta bulunmasıdır… Ayıklık, akıl ve kalb gözlerinin dâimî sûrette açık olması, fikrin ve hissin de bu gözlerin aldığı işâretleri doğru okuması ve iyi değerlendirmesi ile mümkün olabilir…
Ayılma ve ayık bulunma kâbiliyetini yitirmiş olmasından dolayı ayılamayan fertler, zamanla kalkma ve kıyâm kâbiliyetlerini de yitirirler; böyle fertlerden teşekkül eden milletler ise doğru kalkma ve yerinde kalkışma kâbiliyeti kazanamazlar, dolayısıyla da aslâ kalkınamazlar…
Hulâsa-yı merâm…
Kalkma, kalkışma, kalkınma ve kıyâm kâbiliyetini diri tutamayan kavimler –milletler-, bir zamanlar gelip de hayat sürmüş oldukları yurtlarında kalamazlar, kalıcı olamazlar… Bilinmelidir ki, ancak kıyâm kâbiliyetini kıvâmında ve tavında tutan insan toplulukları, kavim –millet– olma vasfını da ellerinde tutabilirler…
Son olarak şu husûsu da dile getirmekte fayda olabilir:
Temkin ve teennî vasfını taşımayan kalkma ve kalkınmalar, umûmiyetle fertleri ve milleti zarara uğratırlar… Hesâba kitâba uymayan fevrî kalkışların ve aceleci kalkışmaların sonu hep ziyan ve hüsrân olmuştur… Zirâ töresözdür, “Öfkeyle kalkan, zararla oturur.”…
Sıhhat ve selâmetle kalalım, dikkat ve metânetle kalkınalım…
Vesselâm…
Abdülkadir Dağlar