Mâruf
İç huzursuzluğumuzu bir ikaz kabul etmediğimiz, belki de kabul etmek istemediğimiz zamanlar vardır. Hatta kimi zaman en açık işaretler dahi gelip çatacak olan felaketten yönümüzü çevirmemize neden olmaz. Süregiden şeyi, eğreti rahatımız, yerini, hep bir çirkinliğe, eleme terk edecek hazzımız için durdurmak istemeyiz. Bu istememe, bir hafife alışın da tezahürü olabilir. Fakat üzerimizde tesirini en fazla hissettiren, ruhumuzda en çok iz bırakan da geçip gitmeyi umduklarımızdır. Hayat, sanki bizim bu aşağılayıcı tavrımızı cezalandırır gibi hafife aldığımız yerden vuruverir bizi. Benliğimizi oyalayacağını zannettiğimiz yere mıhlar bizi âdeta hafife aldıklarımız. Görünmez bir rabıta ile raptoluruz, gönlümüze uzak zannettiklerimize. İşte bizi asıl oyalayan da budur. Zanlarımız… Dünyanın bizim için seçtiği yolu ve biçtiği rolü ters yüz eden bir ciddiyete davet eder zanlarımızın bizi düşürdüğü tuzaklar. Davete icabet ile karşılık vermek için hafife almanın cezasını çekeriz, usul usul, kimi zaman. Bir çağrıya ihtiyaç hissetmeden evvel varılması icap eden, bir davet olmadan da varılabilecek yere, usul usul varmak için… Yine de kıymetlidir bu varış. İşiten bir kulağın varlığına delalettir çünkü. Unuttuğu sesi işiten bir kulak…
Her karşılaşma, her nazar, her temas bir haktır ve hakkı teslim icap eder. Bu yüzdendir ki her karşılaşılan, her nazar edilen, her temas edilen ciddiyeti hak eder. Hafife alışlar dünyasında, zor olana yaklaşmaya çalışmanın, esirgeyen bir kolaylaştırıcıya yaklaşmak olduğu inancı, bir kendini kandırış mıdır? İçimizde iyi olanı muhafaza eden taraflarımıza bakalım. Kalbimize dönelim. Gördüğümüz şey sorumuza cevap olacaktır. Arsız sorular, sorgular bu cevaba ikna olmayacaktır. Ne var ki en katıksız, en saf cevapların dahi ikna edemeyeceği arsız sorular, kendi bulanık cevabını aramaktadır. Birbirine karışması mümkün olmayanlar çarpıp dururlar aralarındaki duvara. Bu sebeple iknaya hacet yoktur. Anlamı bulunmuş, kabul edilmiş olan vardır. Açıklanmasını bekleyen kalbini yoklasın. Yoklayış da bir idrakin sonucudur. Kalabalıkların kendimizde, kendimize dair olanı susturup, bastırıp, baskılayıp dilimizi, sesimizi, zihnimizi karşılık bulacak sözler ile kavrayıp esir ettiği, yalnızlığın/inzivanın billurlaştırıcı tecrübesi ile anlaşılan bir gerçektir. Çöken sisin/sesin/uğultunun kalkması ile keskinleşen görüşümüz, gördüğü canlılık ve ayrıntı karşısında artık çok daha dikkatli ve rikkatli olacaktır. Yoklamak da varış istiyor.
Bilmediğimiz yüzler, mekânlar, sesler, sözler çekmez bizi. Her bir hassamız, kalpte uyuyanı uyandırır. Kalbin irtifası, hassalar ile irtibatın sıhhatli oluşu ile mebsûten mütenâsiptir -doğru orantılıdır-. Aslında içten içe biliniyordur, seziliyordur ardına düştüğümüz. Düşüp ardına, açmak için içtekini, bilmek için bildiğimizi, yaklaşırız, yabancı sandığımıza. Huzursuzluğun bizi getirdiği yer, bilinen bir yabancının/yabancılığın yamacı oldu. Bilinen bir yabancı/yabancılık… Bilmediğimiz, bileceğimiz, ömrümüzü bilemeyerek tamamlayacağımız ne kadar bilinen yabancı/yabancılık vardır, kim bilir… Peki bildiğimizi bilebildik mi hakikaten acaba? Hafife alan bilmedi, bilemedi, hayfa!
Sabitesini kaybeden yazıklandı. Geriye bir acı sükût kaldı:
Zebân-ı çeşm ü ebrû âşinâ-yı cânun oldıysa
Bilüp keyfiyyet-i râz-ı derûn-ı ışkı hayrân ol
Dilünde var ise ışka heves sabra vedâ eyle
İrince kûy-ı yâre vâdî-i mihnetde pûyân ol (Cevrî)
Büşra AKSAR