Töreli Yazılar

“Kendimize Geleceğiz”

Arzu Bosnevi

“Kendimize Geleceğiz”

Arzu Bosnevi

 

Dağdan kestiler hezenim bozuldu türlü düzenim

Ben bir usanmaz ozanım derdim vardır inilerim…

(Yunus)

Bir sohbet sırasında Mevlâna’ya bir adamın intihar ettiğinden bahsederler. Bu haber üzerine Mevlâna Celaleddin hüzünlenir. Sonra da birden celallenir: “O adamın mahallesinde hiç mi Müslüman yoktu?!” diye sorar.

Ecdadımızın genlerinde var olan “Hayırlı insan, başka insana hizmet edendir. Onun derdini, ihtiyacını giderendir… Eğer bir mahallede birileri aç yatıyorsa, siz tok yatamazsınız!..” hayat düsturu, insanın insana kurt değil yurt olduğunu hatırlatır.

          Eskiden akraba idik, otururduk diz dize

          Şimdi akrep olduk bakamayız yüz yüze

diyen bir büyüğümüz şöyle devam eder, “Bindiğin dalı kesmek; akrabalarınızla aranızı bozmayın demektir”. Akraba, karib kökünden gelen yakınlık manasınadır.

Nasıl ki bir sepette bir meyve çürüyünce diğer meyvelere de bulaşıyorsa, insan da bozulunca önce aileye, sonra topluma, sonra devlete, sonra da âleme sirayet ediyor.

***

Delikanlı annesine sorar:

– Anne çevre edinmek nasıl olur?

– Bak yavrum, dedi. Başın sıkıştığında mesela gece yatıya kalacak bir yer arıyorsun çok yakınlarından kimin kapısını çekinmeden tıklatabiliyorsan, beni misafir eder diyebiliyorsan onlarla iyi geçineceksin. Onlarla hiç aranı bozmayacaksın. Evlendin eşinin ailesi ile, ev taşıdın komşularınla, işe girdin mesai arkadaşlarınla aranı bozmayacaksın. Geçimsiz de olsalar aldırış etmeyeceksin. Çatışmaya girmeyeceksin.

– Ama haksızlık ediyorlar bazıları. O kadar iyilik yapıyorsun da onlar hep fenalık, hasetlik düşünüyorlar. Onlarla küs olsam hiç görüşmesem daha iyi değil mi?

– Evladım, hiç kimseye küs değilim, hiç kimseye kinim yok, dargınlığım yok diyebilmek ne güzel bir hüner. Kırılsan da incinsen de selamı kesme.

– Çok zor nasıl olacak, ben enayi miyim ki?

– Estağfurullah o nasıl söz. Çevre dediğimiz bu insanlar bizim hem yaradılışımızda eşimiz hem de dinde kardeşimizdir. Cenâb-ı Allah nice işleri kul eliyle bizim hayrımıza işletir. O el ki bazen sevdiğimiz, bazen de bizi incitenlerdir.

***

Ahlâka dayanan âdet ve an’anelerinin kaybediyor muyuz? Millî-mânevî değerleri nasıl koruyabiliriz?

Merhum Nihat Keklik Hoca’nın (1926-2017) Türklerde Ahlak ve Dünya Görüşü (Ötüken Neşr.) adlı kitabında, 9’uncu-20’nci yy. arası meşhur bir çok yabancının gözüyle eski Türkler’e ve prensiplerine dair gözlemlerine rastladık. Unuttuğumuz hasletlerimizi, birçok başlık altında toplayan bu kitaptan iktibaslarla umut ve inşiraha vesile olsun niyazıyla hatırlamaya çalışalım:

Adalet Mülkün Temelidir

– “Zengin bir Türkmen ile fakir bir Türkmen’in evleri arasında pek az fark vardır. Üstelik, (-19’uncu asırda-) Türkiye’de aristokrasi, özel imtiyazlar ve irsî haklar mevcut değildi. Devleti yönetenler bile ayrı bir sınıf teşkil etmiyordu. Böylece eşitlik se­bebiyle sosyal adalet teşekkül ediyor ve bu sayede fakirlik ortadan kalkıyor fakat, devlet idaresi bakımından mutlak eşitlik iddiasının doğuracağı sakınca­lar da unutulmuyordu”.

– “Osmanlı ruhunda “vazife yapmak” hassasiye­tiyle karışmış halde bulunan “kanuna hürmet” duygusu­nun Türkiye’de ne kadar erişilmez bir ideale kavuşmuş ve gerçekleştirilmiş olduğunu anlamak için, bizzat Türki­ye’de yaşayıp yakından görmüş olmak gerekir. Mesela Türkiye’de kaçakçılık nedir bilinmez; hırsızlık ise hemen hemen duyulmayan bir kelimedir. Zaten bu duruma Türkiye’yi ziyaret eden her Avrupalı şahit olmuştur. Hat­ta Türkler aleyhinde en mutaassıp fikirlere sahip olanlar bile bu gerçeği itiraf etmek zorunda kalmışlardır… (Ubicini, 1/152)“

– “Eşitlik meselesine gelince, daha önce görmüş­tük ki birbirlerine bağlı olan” … Türkmenlerde, … kabile reisi ile bir koyun çobanı ara­sında hiçbir fark yoktur … Zengin bir Türkmen ile yoksul bir Türkmen’in evleri aynı tarzda kurulmuş ve donatıl­mıştır. Yalnız, zenginlerin çadırları biraz daha iyi durumdadır… (Blocqueville, s. 54-55)”

– “Bir memlekette fakir’lerin bulunmaması, orada sosyal adalet’in varlığını gösterir. Mesela 19’uncu asırda Osmanlı toplumu da böyleydi. Nitekim:

(Mütercim Raymond diyor ki 1836’da)- Rumeli’de aylarca seyahat ettiğim halde, bir tek dilenciye rastladığımı hatırlamıyorum. En fakir Hıristiyan evlerine gittim, hiç de fena beslenmediklerini gördüm. Ahalinin hayat şartlanın öğrenmek maksadıyla her gün çeşitli köylü kulübelere giderek tetkikatta bulundum, … halkın en fakir ve cahil tabakasıyla temas etmiş oldum. Fakat buna rağmen, evinde misafirine ikram edecek bir hal veya minderi bulunmayanına rastlamadım. Elbisesi yırtık bir adama rastladığımı da hatırlamıyorum. (A. Cevat, terc. s.140) “

– “Bir gün İstanbul’da bir Ermeniyle gezintiye çıkmıştık. Su içmek için bir çeşmeye yaklaştık. Bir hamal bize tasla su azattı. Ermeni alıp içti. Tası geri verirken: – İnşaAllah  sadrazam olursun dedi. Hamal büyük bir ciddiyetle: – “Allah kerim” diye karşılık verdi. Hiç gocunmamıştı. Halbuki bu sözü Fransa’da birine söyleseniz, adam kendisiyle alay ediyor sanıp, kim bilir nasıl kıyamet koparırdı… (Ubicini, 2/85)”

– “Sanırım siz bizim milletimizi tanımazsınız (Bir Türk). Türkler aslında dürüst, zeki ve vatanseverdir. Öldü sanılıyor, as­lında uykudadır; Ciddi bir buhranla karşılaşsın, ceset sa­nılan o koca beden ne büyük bir enerjiyle dikiliverir, şa­şarsınız … Hele sağlam karakterli ve üstün iradeli bir ve­zir, bir yeni Köprülü (Mehmet Paşa: 1578-1661) başa geçsin, adalet denen şey tekrar var olsun, haksız vergi alanlar aleyhine çıkarılan emir-nameler uygulansın, ge­rektiğinde kafalar uçsun, bakın nasıl güven yeniden doğar devlet hazinesi gene nasıl dolar (Ubici­ni, I/159)”

“Bir Türk atasözü‘nün dediği gibi: “-Ya Devlet başa, ya kuzgun leşe”. Çünkü adalete ve onun gereği olan müeyyidelere dayanmayan bir Devlet yapısının pratikte hiçbir ciddiyeti yoktur.

– “Türklerde şiddetli cezayı gerektiren hususlar­dan biri de “hırsızlık” suçudur: Bu suçtan çok korktukları için: “- sürülerin ne çobanı ne de korucuları bulunmak­tadır. Bu da hırsızlar hakkında uygulanan sert hükümler­den ileri gelmektedir. Kimin yanında hırsızlık malı çalın­mış bir hayvan bulunursa, onu sahibine iade ettikleri gi­bi, dokuz kat eşini de ödemeğe mecbur bırakırlar … (Sanz)”

– “ (Fakat Müslüman bölgelerinde), Türkiye’deki hırsızlık ve eşkiyalık, Avrupadakilere nazaran daha kü­çük çapta oluyor. İstanbul’da polis o kadar az ki. Buna rağmen (İstanbul’da), Paris’te olduğundan daha emniyette sayılıyoruz. (Fontmagne. s. 259)”

Osmanlı Türklerinde Kadın

– Türklerin pek çok önem verdikleri hususlardan biri de “kadın iffeti” manasına gelen “namus” meselesidir. Pedro’nun da işaret ettiği üzere “…Türkler namus konusunda çok titizdirler… (Sanz, s. 175)”

– Türk kadınları çok temiz ve tertiplidir. (Theve­not, s. 137).

– Türk kadınlarının ahlakî seviyesi yüksektir. Türkler için karılarının iffeti o kadar önemlidir ki, başka hiçbir millette kadına bu derecede önem verildiğini göre­mezsiniz. (Busbecq, s. 109)

– Şarklılar başkalarının huzurunda hanımlarının isimlerini söylemez ve onlara adlarıyla hitap etmezler. Hatta bugün bile, (1850’de) ihtiyar Osmanlılara göre bir kimseye karısından ve kızından haberler sormak amansız bir hakaret kabul edilir… Medhetmek için de olsa, ka­dınlardan söz etmek bir çeşit namus lekesi sayılırdı. Thukidides (469-396) diyor ki: – İffetli kadın, kendisi hakkın­da ne iyi, ne de kötü söylenilmeyen kadındır (Ubicini, 2/ 467)

– (Hans Barth’a göre) Türk kadınına umumiyetle bir şövalye kibarlığı ile hürmet edilir. Hiç kimse bir kadı­na el kaldırmağa kalkışmaz. Hiçbir asker, isyan ve kar­gaşalık zamanında da olsa, en kavgacı ve gürültücü kadı­na bile elini dokundurmaz. Koca, karısına karşı nazik bir dost gibi davranır. Hele anaya karşı saygı sonsuzdur. (A. Cevat. terc, s.-71-72) – Kadınlar da (kocalarına) daima saygılı ve itaatli olmasını biliyor (ve) … kocalarının elini öpüyorlar … (Fontmagne, 5. 239)

Türk Evlerinde Hayat

– Atalarımız, gerçek mutluluğu ancak kendi evlerinde bulmaktaydı ve o zamanlar Türk evlerinin muayyen modelleri mevcuttu. Her isteyen kendi arzusuna göre ev yapamazdı, bazı kurallara uymak gerekiyordu. (Belgeler, 75-86)

– Osmanlı, bütün mutlulukları ve tatminleri kendi evinde bulan insandır. Evde, ailesini arasında bulunmak sofadaki yerinde oturup, çocuklarının oyununu seyretmek… işte onun hayatı (budur). (Ubicini, 2/62)

– Türkler, geç vakte kadar uyanık kalmaktan hoşlanmazlar. Şafaktan önce uyanırlar ve gün batışından iki saat sonra yatağa girerler. (Ubicini, 2/46)

***

– Bir Türk’ün bağırarak konuştuğunu duyamazsınız. Bir Türk ne kadar “az konuşur” ve ne kadar “az hareket eder”se etrafında o kadar çok saygı uyandırır…. Türklerin birbirlerine karşı gösterdikleri saygı bile sessizce ifade edilmektedir. (Fontmagne, s. 79)

– İster devlet büyükleri ister özel şahıslar ister halk arasında, konuşulan mevzu ne olursa olsun… hiçbir zaman yüksek sesli, gürültülü patırtılı münakaşalara rastlanmaz. En kalabalık toplantılarda bile iki kişinin aynı anda konuştuğu zor görülür. En seçkin şahıslar bile ancak sıraları geldiği zaman konuşur. Biri konuşunca, diğerleri büyük bir ciddiyetle onu dinler. (D’Ohsson, s. 219-220)

– Çarşılarda bulunanların (esnafın) çoğu Türk’tür. Onlar gürültücü değiller; konuşurken de seslerini yükseltmiyorlar… (Fontmagne, s. 116)

– Türkler eğlentilerinde bile Şarklılara mahsus ağırbaşlılığı kaybetmemişlerdir. Onların bu karakteri çocuklarda ve hayvanlarda bile görülmektedir. Ben avazı çıktığı kadar bağıran bir Türk çocuğuna rastlamadım… (Ubicini, 1/54)

***

Merhum Mehmet Genç Hoca’mız bir sohbetinde anlatmıştı. Bir öğrencisi,Osmanlıda bazı şeyler bozuldu mu?” diye sorması üzerine,  “Bozuldu demeyelim değişti diyelim. Bozulmaya izin vermezlerdi.” diye cevap vermiş.

Medeniyet tarihimizin en hassas özelliklerini bugünlerde radyo sohbetlerinden dinlediğimiz Sadettin Ökten Hoca’mız bazı divan şiirlerini de şerh eder. Yine düzenin bozulması ile alakalı iki büyük şairin mısralarını buraya alıyoruz:

          Meşhûrdur ki zulm ile olmaz cihân harâb

          Eyler anı müdâhene-i âlimân harâb…

         ***

          Hikmet nizâm-ı âlem-i kevn ü fesâdı hep

          İhlâl eden müdâhenedir irtikâbdır…

İlki Keçecizâde İzzet Molla’ya ait olan şiirde dünyanın zulm ile bozulmayacağı, işini iyi yapmayan bilginlerin ve düşünceleri ile hareketleri birbiriyle çelişen ulemanın dalkavukluğu yüzünden harab olacağı anlatılır.

İkincisi de Hersekli Arif Hikmet’e ait olup; “Ey Hikmet, bu varlık ve fesat dünyasının düzenini bozan ve insanların huzurunu kaçıran şey iki yüzlülük, rüşvet ve yolsuzluktur.” görüşü ifade edilir.

***

Hz. Yûnus’la başladık, yazımızı yine onun sözleriyle hitama erdirelim:

          Yunus seyredip gezer ölüm tedbirler bozar

          Görmek istersen dîdâr Allah Allah diyelim…

Cenab-ı Hak bizleri ikaz ve ıslah eyleye….

(Yazının başlığı Maarif Vekillerimizden merhum Prof. Dr. H. Tahsin Banguoğlu’na ait o adla bir de kitabı var; duasına amin diyor, rahmetle yâd ediyoruz.)

Arzu Bosnevi

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu